26 Aralık 2017 Salı

" DİYORLAR Kİ " MUHARRİRİ ÇEŞMELER KÂŞİFİ İSTANBUL SEYYAHI - RUŞEN EŞREF ÜNAYDIN


                                      
                                                                                               
  Eser monografi serisine ilişkin, bir yazın dizisidir. Peki, o halde monografi ne demektir? Sözlük anlamı, tek yazı dizisi olarak karşımıza çıkmakta. Peki tek yazı dizisi deyince, bir okur ne anlamalı! Sözlük araştırmasını daha da ilerletirsek tek yazı dizisi de, " Genellikle üniversite, kurum vb. benzeri kuruluşlarca bir tek ortak ad altında, birden çok yazarın tek yazılarıyla yayımlanan yazın dizisi. " anlamı çıkar ki, Nuri Sağlam tarafından kaleme alınmış olan önsözden eserin, Prof. Dr. Necati Birinci'nin danışmanlığında doktora tezi amaçlı kaleme alınmış bir yazın dizisi olduğunu öğrenmekteyiz.

   Ben ilk defa, monografi içerikli bir eser okudum. Ve özellikle etkin oldukları dönemlerde, topluma mal olmuş yazarların birbirleri hakkında kaleme almış oldukları yazın dizilerini okumak harika bir hissiyat.

   Nasıl ifade etsem ki! Hani lezzetli bir yemek yersiniz de tadı damağınızda kalır ya, benim için de eser, çeşnisi bol ve lezzet itibarıyla damakta tat bırakan eşi ve benzeri olmayan harika bir tat.

   Klasik Türk edebiyatına damga vuran yazarlarımızı bir arada görmek, birbirlerine karşı kaleme aldıkları teşvik ve tenkit yazılarını okumak, hem de akılda hiç soru işareti kalmadan aydınlanmak muhteşem. Meğerse ben, yazarlarımız hakkında herhangi bir bilgiye vakıf değilmişim. Vakıf olamadığım gibi, hatalı bilgilerle zihnimi meşgul etmişim.


   Eser, edebiyatımız da önemli bir pay edinmiş olan Ruşen Eşref Ünaydın'a ithaf edilmiş. Ruşen Eşref Ünaydın'ın hayatını ve eserlerini olabildiğince kapsamlı bir şekilde ortaya seren sıkı bir çalışma ve başarılı bir azmin örneği.


   Ruşen Eşref Ünaydın'ın hayatı, mizacı ve edebi şahsiyetleri; kitap halinde yayımlanmış eserleri; hikâyeleri ve çocuk şiirleri adı altında dört bölümden oluşmaktadır. Her ne kadar yazara çevirilerinden dolayı aşina olmuş olsam da, asıl yazarı bu eserden sonra tanıdım. Hele ki okuduğum âna kadar, diğer yazarlarla yapmış olduğu röportajlardan dolayı, isminin " Diyorlar ki Muharriri Çeşmeler Kâşifi İstanbul Seyyahı " diye anıldığı hakkında, en ufak bir bilgi kırıntısına dahi sahip değildim.


   Ya da kitap okumayanların dahi görsel basından tanıdığı, Reşat Nuri Güntekin'in annesi olan Lütfiye Hanım'ın, Ruşen Eşref'in annesinin teyzesi olduğunu. Güçlü kalem sahiplerinin özel hayatlarından da, kesitlere yer veren eser takdire değer! Özellikle çocukluğundan beri, akrabalar arasında dikkatleri üzerinde toplayan Reşat Nuri Güntekin'in, edebiyatı sevdirmek adına Ruşen Eşref Ünaydın'a verdiği öğütler okunmalı! Eser de en çok etkilendiğim bir bölümü paylaşmak istiyorum ki, incelemeyi okuyan her okur feyz alabilsin...


   " Kıraat kitaplarından, antolojilerden ne öğrenebilirsin? O, edebiyatı yutmak değil, çöplenmektir. Her bir tadın, macuncu yumağı gibi üst üste sarılması demektir. Gerçi bir tat alırsın, fakat tam onun çeşnisine alışırken bakarsın ağzına başka bir tadın çeşnisi gelmiş. Öğrenmek istiyorsan bir müellifi alırsın, onun bir eserini bir başından bir başına okursun. Ne demiş, ne anlatmak istemiş hulâsasını çıkarırsın, aklına yerleştirirsin. Sonra onun başka eserine geçersin. Birinci okuduğunla ikinci okuduğunu birbiriyle karşılaştırırsın. Arada fark mı var? Yükselme mi, inme mi var, anlarsın. Hem tek bir muharriri okumak da yetmez. Başkalarını da okursun. İki muharriri birbiriyle karşılaştırırsın; aralarındaki görüş, yazış, anlatış başkalıklarını meydana çıkarmış olursun... "


ÖZET

BİRİNCİ BÖLÜM
HAYATI, MİZACI ve EDEBÎ ŞAHSİYETİ

A. HAYATI
I. DOĞUMU VE AİLESİ

18 Mart 1892 tarihinde İstanbul Üsküdar Pazarbaşı'da dünyaya gelen Ruşen Eşref baba tarafından aslan Sivaslı olup Selânik'e bağlı Köprülü Köyü'ne yerleşmiş olan 
Vaizzadeler ailesindendir.

Annesi Yaver Mehmet Paşa'nın torunlarından Nimet Hanım, babası 1894'te Askerî Tıbbiyeden hekim yüzbaşı olarak mezun olan Eşref Ruşen'dir. Eşref Ruşen Bosna da doğmuş ve altı yaşındayken İstanbul'a getirilmiştir. Tıbbiyeden mezun olunca
II.Abdulhamid'in yaverlerinden olan ağabeyi Tebrik Paşa'nın yardımıyla deri ve zührevi hastalıklar üzerine ihtisas yapmak için Berlin'e gönderilir. 

Babası gittiğinde henüz iki yaşında olan Ruşen Eşref annesi ile birlikte aile yakınlarının da olduğu ahşap bir eve taşınır.
İlk çocukluk yıllarını, büyük teyzesinin oğlu
Reşat Nuri Güntekin ile beraber aile ortamında idrak eder 
 Henüz dört, beş yaşlarındayken annesini verem den kaybedince babası Berlin'de olduğu için amcası Tevfik Paşa'nın himayesi altına girer.

II. ÇOCUKLUĞU VE TAHSİL HAYATI

Ruşen Eşref'in hayatında birlikte büyüdükleri ve ondan üç yaş büyük olan Reşat Nuri'in önemli bir yeri vardır. Çocuk yaşlarından itibaren onun yanlışlarını düzelten ve yönlendirmeye çalışan Reşat Nuri, Ruşen Eşref'in âdeta bir öğretmeni olmuştur. Birlikte tiyatro seyretmek ve oynamak, okuma yazmaktan daha kolay ve eğlenceli gelir. Bütün bu oyunların yanında zaman zaman Reşat Nuri ile beraber dayısının köşkünün tavan arasında duran tozlu Servet-i Fünûn ciltleriyle Fuzulî'nin Şeyh Galib'in ve Abdülhak Hamit'in hayranı olan babasının kütüphanesindeki
" Ebüziyya Tevfik Koleksiyonu " nu karıştırır.

Hangi yaşta olursa olsun iyi yazabilmenin insanı herkesin gözünde itibar kazandıran önemli bir iş olduğunu anlar. Ancak itibar kazanmak için okuma ve yazmanın güçlüğüne katlanmayı göze alamaz. Bahriye zabiti olmayı ve dünyayı gezip görmeyi ve gördüklerini etrafındakilere anlatarak kolay yolda itibar kazanmayı hayal eder...

Bu hayali, II. Meşrutiyetin ilânından sonra Galatasaray Lisesi'nde Tevfik Fikret tarafından verilen edebiyat dersine yükselinceye kadar devam eder. Tevfik Fikret' in şahsiyeti edebiyata yavaş yavaş alaka uyanmasına yol açar. Tevfik Fikret sayesinde biri Fransızca diğeri Türkçe olmak üzere iki edebiyat; iltimas, himaye,adam kayırma gibi kavramların yer almadığı yepyeni bir zihniyet gelir.
Fransız edebiyatı öğretmeni Mösyö Vatlo Fransızca bilgisini, Türk Edebiyatı öğretmeni Ahmet Reşit (Bey) de edebiyata olan sevgisini arttırır.
Bu itibarla sistemli bir okuma faaliyetine girer.

İlk edebiyat yarasını Alphonse Daudet'in bir çocuğun hikâyesini anlatan Jack adlı romanı çevirirken alır.
Galatasaray Lisesi'nin son sınıfında Türk Edebiyatı dersinin en başarılı öğrencisi olur. Tevfik Fikret, bizzat kendi teşvikiyle öğrencilerin çıkarmakta olduğu " Tiraje " adlı okul dergisinin sorumluluğunu da ona verir.

III. MESLEK HAYATI
A. ÖĞRETMENLİK YILLARI VE MATBUATA GİRİŞİ

Galatasaray Lisesinden mezun olduktan sonra 1911 yılında Darülfünûn Edebiyat Fakültesine kaydolur ve aynı yıl beşyüz kuruş maaşla mezun olduğu Galatasaray Lisesinde ilk sınıflardan birine Türk Dili öğretmeni olur.

24 Mart 1912 tarihinden itibaren,
Askerî Baytar mektebi Fransızca öğretmenliği ve
8 Aralık 1913 tarihinde de,
Darülmuallimîn-i Âliye Fransızca ve Türkçe öğretmenliğini üstlenerek aynı zamanda üç ayrı mektepte ders vermeye başlar. Maaşı da ikibinbeşyüz kuruşa kadar yükseltilir.
Bir yandan Fransızcadan tercümeler yapmaya ve bunları yayımlamaya başlar.

" Reşat Nuri İçin " adlı yazı serisindeki
" Birinci Cihan Savaşı başlangıcında genç bir öğretmendim, yeni evlenmiştim. " ve 
" Âşiyan-ı Ziyaret " adlı yazısında Tevfik Fikret için,
" Benim nikâhlandığıma gayet sevindi. " ifadelerinden
1912 yılı yaz aylarında 20 yaşındayken evlendiği anlaşılmaktadır.


" Diyorlar ki gibi bir eser meydana çıkarıp kısa yoldan üne kavuşmak değil, daha Galatasaray Lisesi son sınıfındayken uğraşılabilecek konuların en güzeli olarak gördüğü edebiyatı, yaşayan şair ve yazarlardan sorup dinleyerek onu bütün incelikleriyle kavramaya çalışmaktır. "
Sayfa: 25

Derslerin yoğunluğundan dolayı Galatasaray Lisesi Türkçe öğretmenliğinden istifa eder. Askerî Baytar Mektebi ve Darülmuallimîn-i Âliye'deki görevlerine devam ederken,

Tedrisat Mecmuası' nda,
1- Darülmuallimînde Bir Terbiye-i Bedeniyye Günü:
(Darülmallimînde tertip edilen ve çeşitli mekteplerden gelen öğrencilerin futboldan jimnastiğe kadar ortaya koydukları spor gösterilerinden övgüyle söz eder ve beden terbiyesinin önemi üzerinde durur.)

2- Lâle Devrinde Sadabat Akşamları:
(Darülmuallimîndeki öğrencileriyle çıktığı gezintilerden birinde Sadabat Kasrı karşısında yaptıkları
muhasebeyi kaleme almıştır.)

3- Tevfik Fikret Müdür:
(Galatasaray'da öğrenci iken Tevfik Fikret'in birinci ve ikinci müdürlük yıllarına ait hatıralarını kaleme aldığı yazılardır.)

ardı ardına yayımlanır.
Sonrasında Türk Yurdu  mecmuasında ve Talebe Defterinde olmak üzere iki ayrı edebî türde verdiği örnekler yayınlanır.
Hikâyelerini, çocuk şiirlerini ve Fransızcadan yaptığı çevirilerini,
Talebe Defteri ve Türk Yurdu mecmualarında yayımlayan yazar, aynı devrede kaleme aldığı edebî röportajlarını da evvelâ Türk Yurdu'nda neşretmeye başlar.

Aynı yıl Necmettin Sadık ve Midhat Sadullah ile birlikte mekteplerde okutulmak üzere sekiz ciltlik bir kıraat kitabı hazırlar.

Diyorlar ki adı ile kitaplaştırdığı edebî mülâkatlarından ilki olan
" Abdülhak Hamid' de Bir Gün " adlı yazısını
Türk Yurdu mecmuasında neşreder. Bu mecmuada,
" Hâlide Hanım' da Bir Gün "
" Fazıl Ahmet Beyde Bir Gün  " adlı bir röportaj daha yayımlar. Daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaşabilmek amacıyla bu mülâkatların devamını Vakit gazetesinde neşretmeye başlar.

Ruşen Eşref'in Türk Yurdu ve Yusuf Akçura hakkında dikkate değer sözleri,

" Türk Yurdu bana o vakitki dergilerin en idealisti ve sempatiği görünüyordu. Sultanahmet'te köhne bir ahşap evin hemen hemen hiç dayamsız döşemsiz bir odasında, tek yardımcısı Toktamış ile bir saç mangalın başında fal bakar gibi külleri eşeleyerek ve derinliklerinden ara sıra çıkan ufacık kıvılcımlarda ellerini ısıtarak çalışan Yusuf Akçura, o sıralar Türk Yurdu'nu Hak yoluna  çıkarıyor gibi bir şeydi...
Kırantalaşmaya başlamış sivri sakalına doğru inik altın gözlüğü, omzuna atılmış paltosu ve ağzından eksilmeyen çay bardağı ile bazı Rus romanlarında anlattıkları liberal düşünceli, devlet düşkünü kır zadegânından yaşlı başlı bir ihtilâlciyi ve onun serdengeçti nihilist tilmizine benzetebilecek bu iki şimal Türk'ü, o sıralar her nedense pek gözde olmayan dergiyi âdeta bin yoksulluğa ve sıkıntıya göğüs gererek ülkü adına yaşatmaya çalışıyordular.
Onlardan, yazılar için maddi bir karşılık beklemek akla bile gelmezdi. Yusuf Akçura ile o soğuk odada bir uzun ve tatlı sohbet, o vakit benim gibi düşünenler için birkaç yazı ücretine bedeldi. O çay içiyordu ben kahve... Ve her ikimiz birden birkaçar sigara... 
Türk Yurdu, Yusuf Akçura' nın cansiperane denilebilecek bu gayretiyle çıkıyordu. Fakat okuyucusu ne sayıda idi pek bilemiyorum. Hem de geniş aralıklarla çıkan bu dergideki edebî mülâkatlar, kaç kişinin dikkatine çarpabilirdi! Bari dergi muntazam günlerde çıkabilse idi!..."

Bu mülâkatları 1917 yılından itibaren Vakit gazetesinde yayımlamayı sürdüren yazar, Birinci Dünya Harbi sonunda Çanakkale cephesi kahramanı Mustafa kemal Paşa ile yaptığı röportajı, 1918 yılında aynı zamanda çevirilerini de yayımladığı Yeni Mecmua' nın
Çanakkale  Nüsha-i Fevkalâde' sinde  "Mülâkatlar" genel başlığı altında neşreder.

Bu mülâkatından dolayı yazarı tanıyan, devrin Bahriye Nazırı Cemal Paşa Birinci Dünya Savaşı'nın sona erdiği 1918 yılı ilkbaharında Cenubî Kafkasya heyeti ile yapılacak sulh görüşmesine katılmak üzere Batum'a yapacağı seyahate onu da davet eder. Bu gezi ile ilgili intibalarını
" Anadolu Kıyılarında " başlığı ile yayımlar.
Öğretmenliğine de devam eder.
Kısa aralıklarla İtanbul Rus Ticaret Mektebi, High School, 1917-1918 yıllarında Alman Ticaret Mektebi, 1918- 1919 yıllarında da altı ay süreyle Robert Collége de öğretmenlik yapar. Derslerinin yoğunluğu nedeniyle 
15 Kasım 1915 yılında istifa ettiği Galatasaray Lisesine edebiyat öğretmeni olarak 1919 da tekrar atanır.

Türk Yurdu'nda son olarak,
Maksim Gorki' den tercüme ettiği  hikâye
" Hanla Oğlu " dur. Ve yaklaşık beş yıl sonra gene Maksim Gorki' den yapacağı bir tercüme ile geri dönmek üzere Türk Yurdu'ndan ayrılır.

Fakat kısa süre sonra, 
Léon Tolstoy, Maksim Gorki, Ivan Turgenyev, ve Dostoyevski gibi ünlü Rus yazarların Fransızcaya çevrilmiş olan hikâyelerinden yaptığı tercümeleri Yeni Mecmua' da neşre koyulur.

Tasvir-i Efkâr'dan ayrılarak Yeni Gün gazetesi çıkarmaya başlayan Yunus Nadi'nin isteği üzerine Yeni Gün muhabiri olarak kuzey ve güney Kafkasya'da üç ay dolaşır. Kaleme aldığı intibalarını,
" Kafkasya ' da Bir Cevalân " adı altında Yeni Gün de yayınlar.
Seyahati esnasında İstanbul'un işgal edildiğe ve boşalttığı haberleri gerek basın gerek söylenti yoluyla kendisine ulaşan kötü haberler karşısında kaleme aldığı içine düştüğü ruh haliyle İstanbul'un hem kendisi hem de Türk milleti için neler ifade ettiğini anlatan bir yazı dizisi de,
" İstanbul İçin " adı altında Vakit gazetesinde yer alır.
Kafkasya seyahatindeyken, daha evvel Vakit gazetesinde yayımlamış olduğu,
Sultan Reşat'ın Ölümü, Sultan Vahdettin' in kılıç alayı ve ilk bayramlaşma merasimlerinin tasvir ettiği üç yazısı,
" İki Saltanat Arasında " adı altında bir araya getirilir ve kitap olarak bastırılır. Bu kitap yazarın ilk telif eseri.

" Ruşen Eşref'ten bahseden bütün kaynaklarda, onun yayınlanan ilk kitabının Diyorlar ki olduğu kaydedilmekte hatta yazarın el yazısıyla kaleme almış olduğu hâl tercümesinde bile Diyorlar ki ilk sıraya yerleştirilmektedir. Ancak İki Saltanat Arasında adlı eserin arka kapağında 
Diyorlar ki' bin yakında neşrolunacağı ilân ediliyor. Buna göre Ruşen Eşref'in ilk telif eseri İki Saltanat Arasında adlı kitabıdır. Her ne kadar Kafkasya seyahatinde bulunduğu sırada yayımlanmış olsalar dailk telif eserinin hangisi olduğunu bildiğini düşündüğümüz yazar, hâl tercümesinde Diyorlar ki'yi herhâlde önemine binaen ilk sıraya yerleştirmiş olmalıdır. "
Sayfa: 33

Ardından Türk Yurdu ve Vakit'te yayımlanmış bulunduğu edebî mülâkatları da
Diyorlar ki adıyla kitaplaştırılır.

B. MİLLÎ MÜCADELEYE KATILIŞI
Tasvîr-i Efkâr gazetesi muhabiri olarak,
10 Ekim 1919 tarihini fotoğrafçısı Kenan (Hasip) Beyle beraber Eskişehir üzerinden Sivas'a  gitmek üzere yola çıkarılır.
Eskişehir'den sonra ikinci durağı Konya,  Niğde ve Ulukışla yolu üzerinden Kayseri'ye ulaşan yazar,

" Maksadın mümkün olduğu kadar seri ve salim bir surette istikmali için gayret ve faaliyetle çalışılıyor..." diyerek,
12 Ocak 1920 tarihinde İstanbul'da toplanacak son Osmanlı Mebusan Meclisine iştirak edecek olan azaların, Anadolu Kuvâ-yı Milliyesi tarafından nasıl tespit edildiklerini haber verir.
Yol boyunca çektiği telgraflar dan sonra Sivas'a ulaşır.

MİLLÎ MÜCADELE  MUHALİF GAZETELER:
ALEMDAR ve PEYAM.

Yazar Anadolu ile ilgili yazılarını
" Kuvâ-yı  Milliye İhtisasat ve Müşahedatı ' genel başlığı altında 7 Nisan 1920 tarihine kadar kısa aralıklarla Tasvîr-i Efkâr'da yayımlar.

Milli Mücadele'ye fiilen katılmak üzere Ankara'ya çağrılan Ruşen Eşref, Galatasaray Sultanîsi, Askerî Baytar Mektebi ve Darülmuallimînde ki öğretmenlik mesleğinden istifa eder. Ankara'dan istenen malzeme ve şahısların Anadolu'ya ulaştırılması amacıyla kurulan
MOLTKE GRUBU' nun (Başkanı, Yüzbaşı Emin Âlî Bey) yardımıyla,
İstanbul'dan ayrılır. Mustafa Kemal'in Çankaya'daki köşküne yakın bir eve yerleşir. Paşa'nın emriyle
6 Nisan 1920 tarihinde kurulan
Anadolu Ajansı'nın idare heyeti azalığına, 300 lira maaş karşılığı getirilir. Bununla beraber yine Paşa'nın emriyle 1921 de kurulan,
Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde de 150 lira maaşla muharrirliğe başlar.
Londra Konferansına, Osmanlı murahhas heyeti ile birlikte, T.BM.M tarafından matbuat müşaviri olarak katılır.
Konferans ile ilgili yazılarını,
" Woking Camiini Ziyaret " ikinci baskıda adı, " Londra'da Bir Namaz " olur.
" Sen Ceyms Günleri "
Harp muhabiri olarak Batı Cephesi'ne  gönderilir.
Sakarya Meydan Muharebesi sırasında Ankara'da bulunan yazar, Millî Mücadelenin büyük bir zaferle sonuçlanacağını inanır. Ve Sakarya Meydan Muharebesi zaferle sonuçlanmıştır.
1 Kasım 1921' de Ankara'da Erkek Lisesi Edebiyat öğretmenliğine tayin edilir ama Buhara Sefareti Başkâtipliğine atanması gündeme gelince, sadec üç hafta devam eden bu görevinden istifa eder. On yıldır çeşitli okullarda severek sürdürdüğü öğretmenlik hayatı,
21 Kasım 1921'de  sona erer.
26 Ağustosta başlayan Büyük Taarruz, 30 Ağustos 1922'de zaferle sonuçlanır. 10 Eylül sabahı İzmir'e giren ilk Türk muharriri olur.

19 Ocak 1921'de Ankara'ya geçtikten sonra fiilen millî mücadeleye katılıp her safhasını bizzat takip etmiştir. Sulh görüşmelerini yakından izleyen yazar, hem 11 Ekim 1922'dw imzalanan Mudanya Mütarekesine katılır, hem de 29 Kasım 1922 'de toplanan 
I. Lozan Konferansına Ankara Hükümeti tarafından basın müşaviri olarak gönderilir.

Düşmana nihai darbenin indirildiğini ve artık kurtuluşun çok yakın olduğunu anlattığı yazılarını, " İstiklâl Yolunda " adı ile kitaplaştırır.

C. MİLLETVEKİLLİĞİ YILLARI

1923 yılında Afyonkarahisar mebusu olarak girer. Aralarında Ruşen Eşref'inde bulunduğu bir grup milletvekili " Zengin Ermenilerin Memlekete Dönüş Meselesi " başlığı altında yazılan yazılar yüzünden töhmet altında kalır.
Söz konusu iddialar ispatlanamaz ve Cumhuriyet Halk Fırkasının Riyaset Divanı Katipliğine seçilir.

1927 yılında yapılan ikinci seçimlerde yine Afyonkarahisar milletvekili adayı olarak katılır ve ikinci defa seçilir.

1. DİL ENCÜMENİNDEKİ ÇALIŞMALARI bu
Dil encümeninin kararıyla Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Falih Rıfkı Atay ile birlikte, yeni harflerle tertip edilmiş ve içinde kendi yazılarının da bulunduğu " Seçme Yazılar " adlı bir kitap ile yeni Türk harflerini tanıtan küçük bir risale neşreder.
Latin harfleriyle yayımladığı şiirlerini, yine aynı adla,
" Damla Damla " kitaplaştırır. Léon Cahun'un 
" Fransa'da Arî Dillere Tekaddüm Etmiş Olan Lehçenin Turanî Menşeî " adındaki konferansını bir günde Türkçe'ye çevirir.
" Fransız Lehçesi' nin Menşeî Turanîdir. " adı ile yayımlar.
1930 yılında ilk Balkan Cemiyeti Konferansına  katılan Türk murahhas heyetine aza seçilir. Umumî kâtipliğini de üstlenir.
1931 yılında üçüncü defa Afyonkarahisar milletvekili olur. T.B.M.M 'de
Riyaset Divanı Kâtipliği,
Maarif Encümeni Mazbata Muharrirliği,
Hariciye Encümenliği, görevlerinde bulunur.

Dil encümeninin yapmakta olduğu sözlük,
terim ve etimoloji araştırmalarını gramer ve setaks çalışmalarının izlemesi, daha sonraki aşamalarda ise dilimizin başka dillerle olan ilişkinin ortaya çıkarılması, filoloji ve lengüistik çalışmalarının da esaslı bir temele oturtulması icap ederken bu meseleler karşısında yetersiz kalmış ve 1931'de lağvedilmiştir.

2. TÜRK DİLİ TEKTİK CEMİYETİ UMUMÎ KÂTİPLİĞİ

Mustafa Kemal, Samih Rıfat'ı başkan, Ruşen Eşref'i de umumî kâtipliğe tayin eder. Ruşen Eşref'in isteği üzere Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Celâl Sahir Erozan'da aza olarak belirlenir. 
26 Eylül 1932'de  Dolmabahçe Sarayında saat 14:00 'de başlayan Birinci Türk Dil Kurultayı, dokuz gün sonra,
5 Ekim 1932'de sona erer.

3. CUMHURBAŞKANLIĞI UMUMÎ KÂTİPLİĞİ
24 Ekim 1933'te Riyaseticumhur Umumî Kâtipliğine tayin edilerek, 1923'ten beri yürütmekte olduğu T.B.M.M. üyeliğinden ve Türk Dili Tetkik Cemiyeti Umumî Kâtipliğinden istifa eder. Beş ay yedi gün süreyle Cumhurbaşkanlığı Umumî Katipliği yapar.

D. ELÇİLİK YILLARI VE YAZI HAYATINDAN UZAKLAŞMASI

1934 Soyadı Kanunu, dolayısıyla Atatürk'ün verdiği " Ünaydın " soyadını verdiği Ruşen Eşref Tiran Elçiliğine aynı yılın sonuna doğru da Atina I. Sınıf Elçiliğine tayin edilir.

1939 yılında merkeze nakledilen fakat bir hafta sonra yine I. Sınıf elçilik göreviyle Budapeşte'ye gönderilen yazar,
9 Mayıs 1940 tarinde hastalanır ve 18 Mayıs'ta ağır bir prostat ameliyatı geçirir.
Dinlendikten sonra görevine döner. Ancak 1940 yılında vücudunun sol tarafına inen ve zaman zaman hafifleyip, ağırlaşan bu rahatsızlık hayatının sonuna kadar peşini bırakmaz.

IV. SON YILLARI VE ÖLÜMÜ
a. Emekliye Sevk Edilişi

Atina'dayken 9 Eylül 1952 yılında emekliye sevk edilen yazar, bu tarihten bir hafta sonra eşi Saliha Hanımla birlikte İstanbul'a döner.

b. Yazı Hayatına Dönüş

1953 yılında Atatürk ve Millî Mücadeleye dair anılarını kaleme alır ve Dünya gazetesinde yayımlar.
Ruşen Eşref' in  sağlığında yayımladığı son eseri, 
Profesör Dr. Nihat Reşat Belger'le, Atatürk'ün hastalığının 15 Ekim 1936' dan  vefat ettiği 10 Kasım 1938' e kadarki seyri ve uygulanan tedavi üzerine yaptığı mülâkattır.

c. Ölümü
21 Eylül 1959 Pazartesi sabahı ani bir kalp krizi sonucu vefat eder.
'İstiklâl Yolunda' adlı kitabı için yazmakta olduğu  önsözü bitiremediği gibi  Çamlıca' nın güz renkli yapraklarının toprağa düşüşlerini de göremez.

B. MİZACI VE EDEBÎ ŞAHSİYETİ

Küçük yaşında annesini kaybetmesinden kaynaklanan kuvvetli bir ölüm duygusu ve bu acı realitenin doğurduğu romantik bir hava içinde şekillenir.

Beyaz üniformalı bir Bahriye zâbiti olup yabancı memleketleri dolaşmayı ve bu itibarla hem kendisini özletmeyi hem de döndükten sonra gezip gördüğü yerleri etrafındakilere anlatarak kolay yoldan itibar kazanmayı hayal eder.

Oldukça meraklı bir mizaca sahiptir. 
Akıcı, ahenkli, içli ve romantik bir uslûba sahiptir. Tasvire önem verir ve yazıları çoğu zaman pitoresk özellikler taşır. Bakî ve Fuzulî'yi sever. Tevfik Fikret' e hayrandır. Ona göre bu üç zirveyi aşabilecek kudrette başka şair henüz gelmemiştir. 
En büyük zevkleri arasında kitap okumak, açık havada gezmek ve briç oynamak yer alır. Yazarın dine ve maneviyata yaklaşımı daha çok mistik bir karakter arz eder. Çocuklara aşırı derecede düşkündür. Bunda kendi çocuğunun olmayışının büyük tesiri 

Başlangıçta Millî Mücadeleye soğuk bakan ve Ruşen Eşref'in Ankara'ya geçerek Millî Mücadeleye katılmasını hicveden şairler:
Saliha Hanım, 
Refik Halit, alaycı bir üslup ile eleştirir.
Halil Nihat Boztepe, " ifâde-i Hâl " adlı hicivden nasibini alır.
" Kasîde-i Vatan "
" Ağaç Kasidesi "
Fazıl Ahmet Aykaç, " Hocamla Mülâkat "
" Anadolu' dan Mektup- Ruşen Eşref Bey "
Sonra aynı saflarda yer almışlardır.



İKİNCİ BÖLÜM

A. RÖPORTAJLARI
I. DİYORLAR Kİ
a. Türk Edebiyatında İlk Edebî Röportajın Doğuşu

Edebî röportaj türü ilk olarak Fransız edebiyatında karşımıza çıkar. Fransız yazar Jules Huret 65 sanatkâr ve fikir adamıyla yaptığı " Edebî Tekâmül Hakkında Tahkikat " adlı kitapta topladığı röportajlardır.

Türk edebiyatında tamamıyla özel bir merak sonucu ortaya çıkan,
" Abdülhak Hamid Beyde  Bir Gün "adlı mülâkat ile Ruşen Eşref, edebiyatımızda yeni bir çığır açar.

" Önce kavram, sonra dil, sonra vezin, sonra mazmun. Sonra bu şekillerin hangisinde kim ileri gitmiş? Kim en üstün örnekler vermiş? Kim en yenilik göstermiş? Bu birbirine eş kalıpların içindeki resim ve ahenk değişiklikleri nelerdir? Bu âlem nasıl büyümüş? Verimi ne olmuş? Nasıl daralmış? Niçin yararsızlaşmış? Niçin eskimiş? Niçin yetersiz görülmüş? Değiştirilmesine neler sebep olmuş? " İlk sorgu bu olmalı idi.

Âlem değiştiğine göre yüz yıldan beri onun yerine konan yenilik ve idi? Nasılsa, nesirde edebiyatta ki değişikliğin devlet idaresinde ki idare kavramında ki değişiklikke ilgisi var mıydı? Ne idi? İkinci öğrenilecek nokta.

İkinci sorgu, Tanzimat Edebiyatı üzerine olmalı idi.

Tanzimat Edebiyatına halef olan Edebiyât-ı Cedîde sual konuların üçüncüsü idi.

Dördüncü sorgusu Millî Edebiyat olmalı idi.

Edebiyatımızın geleceği nasıl olmalıdır konusu beşinci sorguyu vücuda getirmeli idi.

Ruşen Eşref, Türk Yurdu Dergisi ile Vakit Gazetesinde yayımladığı bu edebî mülakatları,
1918 yılına doğru Diyorlar ki adıyla kitap olarak bastırır.


b. " DİYORLAR Kİ "de KENDİLERİYLE RÖPORTAJ YAPILAN ŞAHSİYETLER



ABDÜLHAK HAMİT TARHAN


" DİYORLAR Kİ " de birinci sırayı alan.
Ruşen Eşref' in ilk mülâkat yaptığı şahsiyet.

Hamit' in edebiyata nasıl başladığı,
eserlerini nasıl ve daha çok günün hangi saatlerinde yazdığı,
en fazla kimi okuyup takdir ettiği,
Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Recaizade Mahmut Ekrem ve Tevfik Fikret ile nasıl tanıştığı gibi, sorulara verilen cevaplar üzerine kurulur.
Hâmit, edebiyat, dil, yaşayan edebî şahsiyetler ve bunların sanat telâkkileri üzerindeki düşüncelerini açıklamaz, kısa bir takım hatıralar naklederek mülakatı tamamlar.

TANZİMAT EDEBİYATI
Abdülhak Hamit, Tanzimat Edebiyatı hakkında değerlendirme yapmak yerine, bu edebiyatın birinci ve ikinci neslinden olan Namık Kemal ve Recaizade Mahmut Ekrem'le nasıl tanıştığını hikâye etmekle yetinir.

SERVET-İ FÜNÛN EDEBİYATI
Servet-i Fünûn Edebiyatı hakkında bir değerlendirme yapmaz.

MİLLÎ EDEBİYAT
" Parmak veznini ben de birkaç eserimde kullanmışımdır. Fikrimce tiyatroda daha muvafık olur. Aruz sahnede pek tannân oluyor..."
(s.18-19) Sayfa: 130



HALİDE EDİP ADIVAR


TANZİMAT EDEBİYATI
Tanzimat Edebiyatı temsilcilerini, İngilizleri okunduktan sonra okuduğunu ve en çok Abdülhak Hamit' i sevdiğini söyleyerek söze başlar.
"... O vakit benim nazarımda en büyük adam Rıza Tevfik Bey, en büyük şair de Hamit'ti. " sözleriyle devam eder.
Sayfa: 111
Namık Kemal' i eserlerinden dolayı değil,
" mert, cesur, fedakâr, bir gaye aşığı, kahraman ruhlu bir millet adamı " oluşu itibarıyla Fevkalâde değerli bulur.

Tanzimat devri muharrirlerini eser itibarıyla değil, kuvvetli birer ideal sahibi oldukları için zihniyet bakımından yüksek bulur.

FAZIL AHMET AYKAÇ

***Türk Yurdu'nda yayımlanmıştır.***



NİGÂR BİNTİ OSMAN


ESKİ EDEBİYAT
(Eski Edebiyatı oldukça geniş bir surette değerlendiren sahsiyetlerin ilki Diyorlar ki' de birinci sıraya yerleştirilmiş yazar.)

" Eskiler arasında beni en çok Fuzulî mütehassis etti. Fuzulî, Fuzulî el-an da Fuzulî ve Nedim. Bunların arasında o kadar fark vardır ki birisi sevdavîlikte derin; ötekini de şuhluğundan, şakraklığından severdim belki... Fakat ikisi arasında hiç aynı hissime tesir eden müşterek bir nokta görmedim. Şeyh Galib' i de çok severdim. Eh o zamanların edebiyatı bu idi. " der.

TANZİMAT EDEBİYATI
Nigâr Hanım Tanzimat Edebiyatını bir edebî ekol olarak ele almadan,
Şinasi,  Namık Kemal, Recaizade ve Abdülhak Hamit'in tek tek edebiyata getirdiği yeniliklerden ve sanattaki iktidarlarından bahsederek;

NAMIK KEMAL' in edebiyatımıza "vatanperverliği" getirdiğini, üslûbunun kibar olduhunu,
ŞİNASİ' nin nesrimizi kuvvetlendirdiğini,
ABDÜLHAK HAMİT' i,
" Bizim Shakespeare'miz "  olarak değerlendirir ve başkalarının görüşlerinin aksine edebiyatımıza hem başımda hem de lisan da yenilikler getirmiş bir hikmet şairi olduğu kanaatindedir.
RECAİZADE MAHMUT EKREM için,
" üslûbu kibar ve fıtraten şair " olduğunu söyleyerek onun milletine ve asırdaşlarına çok faydalı, gençlik üzerine hâkim bir şahsiyet olduğunu ifade eder.
SAMİ PAŞAZADE BEY' in de en çok üslubunu asil bulur.
" Bu saydıklarım, Tanzimat' tan sonra ilk edebî teceddütleri vukua getiren zatlardır, fikrimce öyledir. " der. ( s. 37-28)
Sayfa: 107

SERVET-İ FÜNÛN EDEBİYATI
" Edebiyât-ı Cedîde " deyince aklıma şiirde Fikret gelir, herkesin de aklına o geldiği gibi. " cümlesiyle başlar.
Fikret'in bütün eserlerini mahiyet ve üslup itibarıyla " asil, rakîk ve ince yazılar " olarak nitelendirir.

Bununla beraber
" Cenap' ın şiirine de nesrine de başka başka surette meclûbumdur. Zekâsı itibarıyla da fikirlerine bayılırım. Cenap' ı okuduğum zaman şiiri mi akvâ yoksa nesri mi tereddüte düşerim. Herhangisini daha sonra okusam onun taht-ı te'sîrinde kalırım. " der.
Sayfa: 116
Cenap Şahabettin' ini devri itibarıyla garbın bütün yeniliklerini edebiyatımıza kazandıran bir sanatkâr olarak görür.
' Nemîde' si ve ' Maî ve Siyah ' ıyla bizde ilk romancı olarak değerlendirdiği Halit Ziya' yı da üslûp olarak çok beğenir ama cümlelerinin uzunluğundan şikâyet eder.
Bununla beraber,
Safvetî Ziya, Faik Âlî ve Süleyman Nesib' in üslûplarıda güzeldir.
Sadece ' Handan ' adlı romanını okuduğu Halise Edip' i ise devrin yazarları arasında
" çok zekî ve çok hassas zaman muharrirlerinin en malûmatlısı olarak görür.
(s. 25-29) Sayfa: 116

MİLLÎ EDEBİYAT
Şiirde hece veznini öne çıkaran Millî Edebiyatı yaramadığı dan yakınır. Ona göre şiir aruzla yazılmalı ve terkipler muhafaza edilmelidir, aksi hâlde şiirin nesirden bir farkı kalmaz.

RIZA TEVFİK BÖLÜKBAŞI



CENAP ŞEHABETTİN


TANZİMAT EDEBİYATI
Tanzimat Edebiyatının batıya teveccühle başladığına dikkati çeken Cenap Şahabettin bu yolu açan ilk şahsiyetin ŞİNASİ olduğunu söyler. Ona göre nazmı itibarıyla şarka mensup olduğu hâlde nesri itibarıyla bir
" gazeteci " olmaktan öteye gidemeyen
ŞİNASİ' den sonradır ki,
NAMIK KEMAL' le edebî nesir,
ABDÜLHAK HAMİT ile de nazımdaki inkılâp başlar. Her büyük şahsiyet gibi bu iki büyük hüviyetin de romantik olduklarını dolayısıyla eserlerinde Victor Hugo ve emsalinin çok büyük tesiri bulunduğunu ifade eden Cenap Şahabettin, edebiyatımıza pek büyük hizmetlerde bulunduğu hâlde,
SAMİ PAŞAZADE SEZAİ BEY' e o devir edebiyatı içinde hak ettiği yerin verilmemesine teessüf eder. Çünkü Cenap Şahabettin' e göre, Tanzimat Edebiyatının en güzel romanını, en edebî makalelerini ve en mutedil ve rağbet gören nesrini  SAMİ PAŞAZADE SEZAİ vücuda getirmiştir.
" Kemal, nesr-i edebîyi tesis etti.
Hamid, nazmımızı mahdut şekillerden kurtardı, nazmın fikren ve şeklen namütenahiliğe namzet olduğunu gösterdi.
Hamit' in neşidelerinde mazmun esareti yoktur. Bu, büyük esr-i terakkidir.
Sezai Kemal' in mübalağalarından tıraşîde ve binaenaleyh daha edebî ve daha zarif bir nesir vücuda getirdi." (s. 85-86)
Sayfa: 109
Sosyal ve siyasî alandaki batılılaşmanın edebiyattan değil, edebiyatın bu hareketten doğduğu düşüncesindedir.
Namık Kemal' in bir sanatkârdan ziyade bir vatanperver olduğunu ileri sürer.
Abdülhak Hamit için, her zaman yaşayacak bir sanatkâr olarak bahseder.

ESKİ EDEBİYAT
Servet-i Fünûn devri Türk edebiyatının nazım sahasında iki zirve şahsiyetinden biri.
Eski Edebiyatımızın İran' ı taklitle işe başladığını ve muntazaman tekâmül etmediğini dile getirir.
Edebiyatı,
" devr- i gınaî ", " devr- i destânî " ve " devr-i hayâtî "
olmak üzere üç büyük merhale muvacehesinde değerlendirir.
BİRİNCİ DEVREDE, eserlerin ekseriyetle yazılmadığını ve zaman içinde kaybolduğunu,
İKİNCİ DEVREDE, bir milletin oluşum aşamasındaki hamasî duygularla terennüm edilen destanların yazıya geçirildiğini ve yazılı edebiyat geleneğinin başladığını,
ÜÇÜNCÜ DEVREDE, ise hayatın gülünç ve acı bütün yönlerini hikâye ve tasvir eden bir yapıya kavuşarak devam ettiğini kaydeder.
Fakat bizde öyle olmadığını, asırlarca meydana getirdiğimiz manzum eserlerin dokuz, on mazmun etrafında dağılan
" perakende fikirlerden terekküp " ettiğini, binaenaleyh eski eserlerimizin
" gönülden ziyade kalemden çıkması " hasebiyle samimiyetten de uzak olduğunu söyler.
Fuzulî, Nedim ve Bakî' yi Eski Edebiyatımızın
" ekanîm-i selâsesi "olarak görür. Bu üç şahsiyeti hem kalbine hitap etmesi hem de lisan kıymeti açısından pek yüksek bulur.

"... Maamafih itiraf edeyim ki hepimiz o dağınık mazinin az çok haraçgüzârıyız. "
Sayfa: 95

SERVET-İ FÜNÛN EDEBİYATI
Kendisinin de içinde bulunduğu Servet-i Fünûn Edebiyatçılarının, Namık Kemal, Abdülhak Hamit ve Sami Paşazade Sezai gibi Tanzimat edebiyatçıları takip etmenin yanında özellikle Fransız edebiyatı ile de çok yakından alâkadar olduklarını ileri sürer ve bu durumun nazımda ve nesirde büyük mesafeler aldırdığını ifade eder.
Çünkü Cenap' a göre;
Süleyman Nazif' in nesri Namık Kemal'in nesrine,
Tevfik Fikret' in nazmı Abdülhak Hamit' in
nazmına,
Halit Ziya'nın hikâyeleri Namık Kemal ve Sezai' nin romanlarına nispetle daha mükemmeldir.

MÜLÂKATTA EN DİKKAT ÇEKEN İFADELERİ TEVFİK FİKRET HAKKINDA O ZAMANA KADAR ORTAYA KOYDUĞU DÜŞÜNCELERİ BÜSBÜTÜN TEKZİP EDEN İDDİALARIDIR.
Servet-i Fünûn Edebiyatının bütün muvaffakiyetlerini Tevfik Fikret' e isnat edenler edebiyat tarihimizi büyük bir şekilde tahrif etmişlerdir. Fikret' in Servet-i Fünûn edebiyatçıları ile olan münasebeti başkalarının zannettiği gibi olmadığını belirtir. Tevfik Fikret' in Halit Ziya' dan etkilendiğini hatta Mehmet Rauf' un bile Fikret üzerinde nüfuzu bulunduğunu ileri sürer. Fikret'in zorla da olsa edebî nazariyesini genişletenlerin Halit Ziya, Hüseyin Cahit ve Mehmet Rauf olduğunu söyler.

MİLÎ EDEBİYAT
Bu edebiyata bütünüyle karşı çıkar.
"... Elyevm bir Halit Ziya'nız var mı, bir Fikret'iniz var mı? Hatta bir Mehmet Rauf'unuz var mı? Hayır, hayır, hayır!..."
(s. 89-90) Sayfa: 132



AHMET HAŞİM

ESKİ EDEBİYAT
Şarkı taklit eden Eski Edebiyatımızı, garbı taklit eden Tanzimat Edebiyatından daha az sun' î ve daha çok samimi bulur. Ona göre Osmanlı Türk'ü için Norveçli İbsen ve " dolaşık ruhlu Barbes " birer acîbedir.
" Hayat ve şiirleri arasında nispet o kadar sıkıydı. Eskilerin maşukları (Laura) ve (Beatrice) tarzında levent ve şahane mahlûklardı. O maşukları Şinasi' den sonraki şiirin maşuklarına kıyas ediniz. Bu kıyastan ruhlarımız utanır. "(s.287-289)
Sayfa: 101



ZİYA GÖKALP


ESKİ EDEBİYAT
Edebiyatın " kavmî " bir mahiyette sahip olduğunu ileri sürerek böyle bir edebiyatta mevzuların da zevklerin de lisanın da birbirinden ayrılmadığı görüşündedir.
Ümmet düşüncesine sahip olan birtakım kavimler, dinlerini diğer kavimlere kabul ettirince, bu kavimlerin başlangıçta " kavmî " bir anlayışa sahip olan edebiyat telâkkkileri zamanla değişiyor ve yukarı tabakalarda tabakalarda gayrımillî bir yüksek edebiyat oluşurken halk arasında da" resmî olmayan "
bir halk edebiyatı kalıyor. Kavmî edebiyatın saz şairleri ile Bektaşî şairlerinin elinde kaldığı, Aral'ın dinî, Acem'in  de edebî  tesirlerinin yüksek edebiyat ile uğraşanların lisanı dan Türkçeyi ve ruhlarından da millî zevki büsbütün kaldırdığı kanaatine varır. Eski edebiyatımızın " klasik edebiyat " olarak adlandırılmasının da yanlış olduğu kanaatine sahiptir.
"... Bizde klasik bir edebiyat husule gelmek için de eski Yunan ve Lâtin edebiyatlarına kadar çıkmamız, onların meziyetlerini ahz ve temsil etmemiz lâzım gelirdi. "
Sayfa: 99

Gökalp, şiir, roman ve tiyatro gibi edebî türlerin muhtevaya ait unsurlarının
" sanat ", şeklî özelliklerinin de " edebiyat "olduğunu söyler ve
" Klasik olabilen ancak edebiyattır, sanat daima romantiktir. "
(s.297-211)
Sayfa: 99

TANZİMAT EDEBİYATI
" Zevk eskiden nasıl Acem idiyse, Tanzimat'ta da Fransız oldu. Lisan, vezin, eski sun' îliklerini muhafaza etti. Şu hâlde bir hareket ne millî ne de klasiktir. " şeklinde mendî bir tavırla söze başlar.
" ... Zihnî hoşluklar yalnız kalbin duyacağı güzelliklerden tefrik edilemiyor. " diyerek, Tanzimat Edebiyatının hedefine ulaşamamasını, ilim ve sanat arasındaki derin farkı ayırabilecek ve her şeyi yerli yerinde mütalâa edebilecek felsefî bir derinliğimizin olmayışına bağlar.(s.212- 214)

MİLLÎ EDEBİYAT
Millî edebiyata, tamamen Türkçülük açısından yaklaşır.
Sanatın kültüre, edebiyatın ise medeniyete mensup olduğunu ileri sürer.

Türkçülüğün ilim sahasında,
Felsefe Türkçülüğü,
Tarih Türkçülüğü,
İçtimaiyat Türkçülüğü 
olmak üzere üç devreden geçtiğini, sanat vadisinde de  yine üç devreden geçmekte olduğunu kaydeder.
Sayfa: 136



HÜSEYİN CAHİT YALÇIN

ESKİ EDEBİYAT
Eski Edebiyat hakkında hiçbir düşüncesi olmadığını, okumadığını ve bilmediğini söyleyen Hüseyin Cahit,
" Her hâlde Eski Edebiyata hiç borcum yoktur. Fransa edebiyatına, bizim edebiyatımızdan herhâlde kat kat daha ziyade borçluyum. " der.
Sayfa: 96

SERVET-İ FÜNÛN EDEBİYATI
Hüseyin Cahit Servet-i Fünûn Edebiyatını tenkit açısından ele alır ve bu edebiyatta hakikî bir tenkit yapılmadığını, dışarıdan gelen darbelere karşı toplu bulunmak icap ettiği için de mevcut tenkitlerin de daha ziyade kavga mahiyetinde olduğunu söyler.

MİLLÎ EDEBİYAT
Bu edebiyatın lisanı sadeleştirme yolundaki gayretlerini destekler. Bu itibarla kendiside bir gramer kitabı yazar.
Yazdığı gramer kitabının adı,
" Türkçe Sarf ve Nahiv " 1908 yılında yayımlanmıştır.


MEHMET EMİN YURDAKUL
ESKİ EDEBİYAT
Eski Edebiyatı ve bu edebiyatı meydana getiren zirve şahsiyetleri,
" edebiyatımızın şemasında parlayan bir âlem olarak "tavsif eder. Üzerinde yaşadığı toprağın fırtınaları ve felâketlerinin kendisine gözlerini yukarı kaldırıp da orada parlayan yıldızları seyretme imkânı vermediğini, dolayısıyla bu konuda yetkiyle söz söyleyebilecek kudrete sahip olmadığını ileri sürerek,
" Ben size iki hususta bir iki tahassüsümü söyleyeyim. Bence Sultan Süleyman devrinin ufuktan ufka at koşturan cengâverâne hayatını Bakî " Mersiye "siyle ebedîleştirmiştir. Nedimde Lâle Devrinin odalar ve bahçeler içinde geçen zevk ve sefa eyyamını terennüm etti. "demekle iktifa eder.

TANZİMAT EDEBİYATI
Mehmet Emin Bey, Tanzimat Edebiyatı hakkında herhangi bir değerlendirme yapmaz.

MİLLÎ EDEBİYAT
Bu edebiyatı Rus şairi Maikov'un bir "levha"sıyla özetler.
Bütün dillerin anlamak ve anlatmak için birer vasıta olduğu, bizim lisanımızın da bu gayeye uygun olarak halk tarafından anlaşılacak bir surette tasfiye edilmesi gerektiği görüşündedir.



HALİT ZİYA UŞAKLIGİL

ESKİ EDEBİYAT
(Eski Edebiyatı oldukça geniş bir surette değerlendiren sahsiyetlerin ilki Diyorlar ki' de dördüncü sıraya yerleştirilmiş yazar.)

Halit Ziya' ya göre başlangıcından Şeyh Galib' e kadar gelen Eski Edebiyatımız diğer milletlerdeki gibi tabiî bir mecra takip etmemiştir. Çünkü, Orta Asya' dan çıktıktan aslına yabancı bir muhite gelmiş olan Türkler, bu yeni muhitin tesiriyle başka bir hayat yaşamaya başlamışlardır. Dolayısıyla bu yeni hayata, uzun zaman dalga dalga devam eden göçlerden sonra başlayan edebiyat da
heybesinde  getirebildiği şeyleri ıslah ederek muhafaza etmek yerine, güzergâhında bulduğu İran ve Arap edebiyatını büyük ölçüde taklit ederek yaşamını sürdürmüştür.
Bu itibarla Osmanlı edebiyatının ilk menşeini Osmanlılık âleminin tamamıyla dışında aramak gerektiğini ileri süren Halit Ziya, son sara kadar bütün edebiyatımızın ASLINA YABANCI OLARAK GELİŞİP BÜYÜDÜĞÜNÜ ifade eder.
" Bu suretle başlayan edebiyat en ziyade, en ziyade demekten maksadım Arap' tan ziyade Acem' in tesirinde kalarak tabiattan, hatta sanattan ziyade tasannua, nükteperdazlığa, cinâsât ve yeşbihâta, lafzın ve fikrin türlü melâibine kapılmış ve bittabi bence edebiyatımızda ilk müceddid olan Şeyh Galib'e kadar hiçbir sarsıntı hissetmeksizin hep bu suretle devam etmiştir. " der.
Ona göre, Fuzulî ve Bakî' den Nedim' e kadar bütün şairler; Veysîlere, Nergîsilere kadar hemen bütün nâsirler hep tasannu ve tekellüf alışkanlığından kendilerini kurtaramamışlardır. Fakat bu sahsiyetler, her şeye rağmen hiçbir milletin kalem erbabı ay nasip olmayacak kadar bir
' iktidâr-ı hârikanümâ ' göstermişlerdir.
Şeyh Galib' in edebiyatımızda ilk yenilikçi şair olduğunu düşünür.
Eski Edebiyatın, aslî kaynaklarından çok uzun süre alıkoyduğu edebiyatimızı büyük bir zarara uğrattığını ifede etmekle beraber, bu edebiyatın Osmanlı lisanını her türlü sanat kabiliyetine muktedir olabilecek kadar da incelttiği kanaatini taşıyan Halit Ziya, bu konuda
" Eğer lisan, o sanatkârların elinde bu kabiliyet ve meziyâtı iktisap etmiş olsaydı, bugünün şu güzel lisanına, fikrimce cihân-ı medeniyyet elsinesinden hiçbirine gıptakeş olmayacak derecede hâiz-i mükemmeliyet olan bugünün şu Türkçesine malik olamayacaktık. " der.

TANZİMAT EDEBİYATI
Halit Ziya'ya göre Tanzimat'ın ilânı ile edebiyat  sahasında doğan yeniliklerin başında,
dilin sadeleşmesi ve tabiîleşmesi gelir. Çünkü "Avrupa medeniyetine girip, o medeniyetin içinde yaşayabilmek için Avrupa ihtiyacâtına elverebilecek bir lisan bulmak icap ederdi. " Bunu ilk idrak eden de Avrupa'da uzun süre yaşamış olmak itibarıyla ŞİNASİ olmuştur. Şinasi' nin  dilde yaptığı sadeleştirmeyi devri içinde biraz
"ifratkâr" bulan Halit Ziya, bu sadeleşmenin orta noktasını yine devri içinde telâkki etmek kaydıyla NAMIK KEMAL' in lisanında görür.
Tanzimat Edebiyatına edebiyat noktaizarından bakılınca zirvedeki şahsiyetin ABDÜLHAK HAMİT olduğunu ifade eder.
NAMIK KEMAL, ABDÜLHAK ve bu ikisinin arasında da dilin aşırı dalgalanmalara tabiî mecrasından çıkmasını önlemeye çalışan
RECAİZADE MAHMUT EKREM' in o günden beri edebiyatımızın aktığı mecrayı az çok tesir ve idaresi altında bulundurmuş üç büyük şahsiyet olduğu kanaatindedir.

SERVET-İ FÜNÛN EDEBİYATI
Servet-i Fünûn Edebiyatının roman sahasında en önde gelen temsilcisi olan Halit Ziya, edebiyatın, başlangıçtan itibaren sürekli değişerek gelen canlı bir varlık olduğu kanaatini taşır. Mensubu olduğu Servet-i Fünûn Edebiyatını da tabiî olarak kendisinden önce ki edebiyata yani Tanzimat Edebiyatına bağlar.
Servet-i Fünûn Edebiyatının nazımda iki zirve şahsiyeti olan,
FİKRET ve CENAP,
Tanzimat Edebiyatı mümessillerinden,
NAMIK KEMAL, ABDÜLHAK HAMİT ve RECAİZADE MAHMUT EKREM' in
" kendilerine verdikleri lisanı almışlar" dır.
Halit Ziya'ya göre batıyı yakından takip eden Servet-i Fünûn Edebiyatçıları, bizim edebiyatımızda lisanımızın daha kolay kullanılır hâle gelmesine ve batı edebiyatının sanat usulünün, görüş kabiliyetlerinin, anlayış ve tesbit vasıtalarının alınmasına ve edebiyatımızda başarıyla tatbik edilmesine vasıta olmuşlardır.
Servet-i Fünûn Edebiyatının çok kısa sürmesine rağmen edebiyatımız üzerinde silinemeyecek tesirler bıraktığını ve bu tesiri izah edebilmek için de sanatla edebiyatı birbirinden ayırmak gerektiğini ileri sürer.

" San'at hususunda nazımda bilâ-süphe Fikret'le Cenap'ı buluruz. Diğer şahsiyetler , bütün bu iki üstadın etrafında toplanırlar zannediyorum. " der.
"... Cenap'ın nazmı daha şuh, daha şakrak, edâ ve mişvârında daha cazibedar olmaktan müterekkip bir hususiyete malik iken,
Fikret'te nazım daha vakur, daha asıl, belki daha derin yahut daha yüksek olmuştur. "der.
Sayfa: 118
Nesir itibarıyla Hüseyin Cahit ve Mehmet Rauf'un büyük merhaleler kaydettiğini ifade eden Halit Ziya, lisanın, mülâkatın yapıldığı devredeki tekâmülüne ulaşmasında bu şahsiyetlerin büyük payı olduğunu düşünür.

MİLLÎ EDEBİYAT
Türkçülük akımı içinde değerlendirmek gerektiğini düşünür. Türkçülük' ü siyasî ve sosyal boyutlarından arındırdıktan sonra
edebiyat, lisan ve vezin olmak üzere üç ana bahiste mütalâa eder. 



SAMİ PAŞAZADE SEZAİ BEY

ESKİ EDEBİYATI 
Eski Edebiyatı oldukça geniş bir surette değerlendiren sahsiyetlerin ilki Diyorlar ki' de üçüncü sıraya yerleştirilmiş yazar.

Ruşen Eşref, Sami Paşazade Sezai ile yapmış olduğu mülakatta odasını ve şahsına ait çizgileri çok kısa tasvir eder.
Yazarın

Namık Kemal'in tesirinden kurtulduktan sonra, Eski Edebiyatı okumaya başlar. Eski Edebiyatın önde gelen şahsiyetlerinin eserlerinde gördüğü " Nefis şeyler "
karşısında oldukça tesir altında kalan Sezai,
Nef' î' nin gazellerindeki ahenginden kinaye olarak " Wagnerian bir musikisi var. " demektedir. Fuzulî'nin oldukça lirik bir şair, Nedim'in ise hem zarif hem de sihirleyici bir edaya sahip olduğunu düşünür. Fakat bu şairleri seçkin ve büyük birer abide hâline getiren en önemli etkenlerin başında muhitlerinin geldiğini ifade eden yazar,
" Nedim' i pürneşe eden muhiti, Fuzulî 'yi inleten de muhiti, Nef'î'' yi köpürten de muhiti, Kemâl' i âteşin ve ihtilâl- cû yetiştiren de muhitiydi. " der ve edebiyata bu büyüklüğü kazandıran tek gücün de romantizm olduğunu kaydeder.

SERVET-İ FÜNÛN EDEBİYATI
Tanzimat Edebiyatının ikinci devrine mensup olan Sami Paşazade Bey, Servet-i Fünûn Edebiyatından övgüyle söz eder.
Cenap Şahabettin' i her bakımdan Tevfik Fikret' e tercih eder fakat çok " sağlam ve temiz " bir lisana sahip olan Tevfik Fikret için
" Sis " inin benzersiz eserler oluğunu ifade eder.
Üslûp itibarıyla " tam sanatkâr " olarak değerlendirdiği Halit Ziya' nın da Servet-i Fünûnun en büyük simalarından biri olduğu kanaatindedir.
" Süleyman Nazif ' de unutulacak bir adam değildir. " der.
Sayfa: 117
Bu sözlerine rağmen bu edebiyatın şiirimize getirdiği yenilikleri anlamaz.

MİLLÎ EDEBİYAT
Edebiyata hiç müdahale etmeden serbest bir şekilde inkişaf ve tekâmül etmesi gerektiğini düşünür.
" Güzel olsun, güzel şey her ne surette yazılırsa yazılsın, daima güzeldir." 
(s.45) Sayfa: 130




ÖMER SEYFETTİN
ESKİ EDEBİYAT
Daha çocukken evlerinde bulunan divanları okuya okuya heves ettiğini fakat günümüz itibarıyla Eski Edebiyatın hiçbir taraftarı kalmadığı için bahse bile değer bulmadığını söyler. Eski Edebiyatın nihayet edebiyat tarihi için bir saha olduğu kanaatini taşır.

TANZİMAT EDEBİYATI
Tanzimat Edebiyatını bir akım olarak değerlendirmez. " Şinasi' den sonraki edebiyat " olarak zikreden yazar, bu konuda
" Kemal Beyi çok sevdim. ' Evrak-ı Perişan' dan sayfalar ezberledim. Bana ' hayatiyet ' veren, beni iyiye, doğruya, güzele,samimiyetle alâkadar eden Kemal' dur sanıyorum. Ekrem Beye gelince, ' Nejad '
için yazdığı şeylere hâlâ bayılırım. Ne müessir şeylerdir. " demekle yetinir.(s.242)

SERVET-İ FÜNÛN EDEBİYATI
Bu edebiyatın başarısızlığını kullandıkları lisanın tekellüfüne bağlar.
Tevfik Fikret'i ve lisan itibarıyla eski olmasına rağmen teknik bakımından oldukça kuvvetli bulduğu Halit Ziya'yı çok beğenir hatta onu  edebiyatın " üstadı " olarak görür.
Hüseyin Cahit'in yazdığı " Hayal İçinde " adlı romandan bir hayli etkilendiğini ifade eder.
Mehmet Rauf'un " Eylül " isimli kitabını da 
"edebiyatımızda emsali bulunmayan bir eser" olarak niteler. (s. 242-243)
Sayfa: 124

MİLLÎ EDEBİYAT
Yaratıcı bir sanatkârın duygularına hudut çizilemeyeceğini, onun mizacına, terbiyesine, temayülüne göre duyup yazacağı görüşündedir.




FAZIL AHMET
SÜLEYMAN NAZİF GİBİ,
TÜRK EDEBİYATINI TARİHÎ DEVİRLERE AYIRIP BİRTAKIM İSİMLERLE ADLANDIRMANIN YANLIŞLIĞINA VE 
" edebiyat hususunda bizi yolumuzdan çıkaran sebeplerden biri "olduğuna dikkat çeker.

ESKİ EDEBİYAT
Eski Edebiyat hakkında bir değerlendirmesi bulunmuyor ancak Eski Edebiyat mümessilleri için
" Meselâ eskiler, muayedeye gider gibi yazı yazarları. Üslûplarının kılığı, kıyafeti mustalah cümlelerden kaftanlar, ağır ve anlaşılmaz kelimelerden kavezalarla bezenmiştir. " demekle yetinir. (s. 267)
Sayfa: 100

TANZİMAT EDEBİYATI
Tanzimat Edebiyatı hakkında, 
"... Tanzimat içtimaî hareketin de büyük faydası, fikirlerimizi Avrupalılaştırmaya hizmet etmiş olmasıdır. Zevk dediğimiz telâkkilerimize yeni âmiller, yeni müessirler ilâve ediyor. " der. (s.267) Sayfa: 114

SERVET-İ FÜNÛN EDEBİYATI
Tanzimat Edebiyatı gibi batıyı taklit ettiğini düşüncesiyle bu edebiyata itiraz edenlerden biri de Fazıl Ahmet' tır.

Namık Kemal'in, Cenap Şahabettin'in, Halit Ziya'nın, Tevfik Fikret'in batıyı taklit ettiğini söyler.

" Binaenaleyh ben o fikirdeyim ki bizim edebiyatımızda orijinalete denen bir şey varsa bu, doğrudan doğruya taklit ettiğimiz Fransız ediplerinin orijinalitesidir.
Meselâ Cenap, filân filân filânı okumasaydı böyle yazmaya aktı. Halit Ziya, Fikret de hep öyle. " der.
Sayfa: 125

Halit Ziya ve Tevfik Fikret'in üslup olarak artık eskimiş olduğunu söyleyen Fazıl Ahmet,
Cenap Şahabettin'in samimi bir takdirkârı olduğunu fakat onun da üslûbunun eskidiğini
ve bu itibarla gençler tarafından serzenişe maruz kaldığını ifade eder.

Cenap Şahabettin'in üslûbunu,
" Fransız konsoloshanesinde şîr-i hurşîdiyle bağdaş kurmuş bir İran kâr-perdâzı "na benzetir ve 
" Mahir bir heykeltıraş tasavvur ediniz! Mermeri nefis bir vücut yaptıktan sonra kaşına rastık, gözüne sürme çekmek, yahut dudağına Karmen, yanağına allık sürmek ister mi? Cenap sanatıyla işte böyle fazla boyalı bir şey yapıyor. " der. (s.268-270)
Sayfa: 126




ALİ KEMAL
" DİYORLAR Kİ " de son sırada bulunan 
Ali Kemal Beydir.

ESKİ EDEBİYAT 
Diyorlar ki de en fazla yer kaplayan ve edebiyatımızın bütünü üzerine en fazla tafsilâtlı ve derin tahlilleri ihtiva eden RÖPORTAJ, Ali Kemal Beyle yapılan mülâkattır. Tam bir mülâkat değildir. Çünkü Ali Kemal, Ruşen Eşref'in kendisine yönelttiği soruları yazılı olarak cevaplandırmayı uygun görmüştür
Eski Edebiyatın " meftunu, minnettarı, müstefizi "olduğunu ifade eder.
Eski Edebiyatın kusurlarına değinmez ve Tanzimat Edebiyatının, Servet-i Fünûn Edebiyatının ve bugünkü edebiyatın varlığını doğrudan doğruya Eski Edebiyata bağlar.
" Bugün yazdığımız her kelime, her satırda, her eserde seleflerimizin, hiç ummadığımız, hatırlamadığımız seleflerimizin payansız hakları vardır.  ..."
Sayfa: 101
Türkçenin, Arapça ve Acemcenin yanında bir   sığıntı gibi kaldığını belirten Ali Kemal , bunun sebebini ise Osmanlılık bilincinin din ve medeniyet tesiriyle Türklüğü, Araplığa ve Acemliğe tercih edişinde görür. 
" ... İşte zavallı Türkçe, Arabî ve Farisînin yanında böyle bir sığıntı gibi asırlarca perverde olmuş. " 
Sayfa: 104
Veysî ve Nergisî gibi Eski Edebiyatçılarımız nesirde son derece Arap ve Acem oldukları hâlde şiirde açık, anlaşılır ve nispeten Türk olmuşlar ve onların bu tavırları da Türkçenin bugünkü tekâmüle ulaşmasında büyük rol oynamıştır.
Ali Kemal; Bakî ve Fuzulî' ye gelinceye kadar
Âşık Paşa, Ahmedî, Şeyhî, Ahmed Paşa, Necatî, Zatî, Nesimî, Usulî, Nizamî ve Hayretî gibi şairlerin Osmanlı Türkçesine âdeta bir temel kurduklarını ve halk lisanından aldıkları kelimelerle yeni bir edebî dil oluşturduklarını ileri sürer. Hatta bu dilde mevcut olduğu hâlde aruza uymayan bazı Türkçe kelime ve terkiplerin de dilin tekâmülü içinde yavaş yavaş kullanımdan düştüğünü ifade eder.

Âşık Paşa' dan Şeyh Galib' e gelinceye kadar 
Bakî, Nef' î Fuzulî, Naklî, Nabî, Nedim ve Ragıp Paşa gibi Eski Edebiyatın en önde gelen şairlerinin hatta bunların peykleri durumunda olan ikinci derece şairlerin bile kullandıkları dille Türkçeye büyük bir hizmet etmiş olduklarını söyler ancak bunların kıymetlerinin  bilinmediğinden de şikayet eder.
Eski Edebiyat " hoş ve eğlenceliydi " fakat XVIII. yüzyıldan sonra hızla gelişen batı edebiyatının yanında, yavan ve iptidaî kaldı. Kendisini yenileyip geliştiremedi. 
Eski şairlerin nesri küçümsemelerinden dolayı belli başlı bir nesir lisanımız gelişemedi. 
" ... Hakikat, bugün ta Fuzulî' den Nedim' e, Galib' e kadar en büyük şairlerimizin hayatına, hissiyatına dair bildiklerimiz nedir? Hiç mi hiç! Çünkü bu efâzılın hiçbiri iki satır bir nesir olsun o ummandan bize ciddî  bir katre gösterdiler mi? Göstermediler. Güya ki dilsizdiler..." (s. 296-313)
Sayfa: 107

TANZİMAT EDEBİYATI
Tanzimat Edebiyatı hakkında en tafsilâtlı değerlendirmeleri Ali Kemal yapar.
On dokuzuncu asırda batı ile olan temasımız neticesinde Türkleri millî noksanlıklarını görmeye başladıklarını, bunları izole etmek için evvelâ asrın ihtiyaçlarına elverir bir lisan vücuda getirmeyi hedeflediklerini kaydeder.
Böyle bir lisanı ilk idrak eden ve bu idraklerini de parlak bir tarzda yavaş yavaş kubbeden fiile çıkaranların 
Âkif Paşalar, Edhem Paşalar ve Ziya Paşalar olduğunu fakat lisandaki bu yenileşmeye asıl hız ve kuvvet kazandıranların ise,
Şinasi, Namık Kemal ve yine Ziya Paşa  olduğunu ifade eder.
"... Taklit ile asıllarını unutmadılar, düstûr-ı tekâmül den ayrılmadılar, sahte bir yol tutmadılar, tabiatı takip ettiler. " 
Sayfa: 115

NACİ' yi Tanzimat Edebiyatının en büyük temsilcisi olarak görür ve onun kasıtlı olarak hep göz ardı edildiğinden şikayet eder.

Şinasilerin, Kemallerin ve Ziya Paşaların batıdan gereği gibi istifade edemedikleri için Tanzimat Edebiyatında birçok eksikliğin ortaya çıktığını ve dolayısıyla bu edebiyatın getirdiği yeniliklerin de çok kısa sürede eskidiğini öne sürer.

" Mâna nedir? Elfaz ile uğraş bre uğraş... Tarihe, edebiyata vesaireye taallûk etsin yahut etmesin, bu mücedditlerin eserleri esasen lâfız kalabalığından ibarettir, mana lüccede bir kayredir. Zaten bu münşîlik, bu üslûp sanatkârlığı için o yazılar meydana konmuştur. Köşede ve bucaktaki fikirler  sümme't-tedâriktir, tatsız tuzsuzdur. "
(s.313-320) Sayfa: 116

SERVET-İ FÜNÛN EDEBİYATI
Servet-i Fünûn Edebiyatına itiraz eder.
Ona göre bu edebiyatın nesri Halit Ziya ile başlamış, Cenap ile devam etmiş ve yine öylece bitmek üzeredir. Çünkü yeni nesilden hiçbir fert, Cenap'ın " saat-i semen-fâm" gibi garip terkiplerine vaktiyle olduğu gibi hayran kalmaz ve buna benzer terkip kullananlara ancak merhamet nazarıyla bakar veya güler. En önde gelen temsilcilerini şiddetle tenkit eder.
Halit Ziya'nın, "Firuzan" ve "Mâi ve Siyah" ını sahtelikle itham eder ve  Stendhal'in bir nevi taklitçisi olarak değerlendirir.
Cenap Şahabettin'in "Hac Yolunda" sını  
" fikren ve manen daha tamtakır" bulur.
Fakat lâfız ve üslup bakımından " Mai ve Siyah"a tercih eder. Ama onu da bir kalemde silip atar.
" ... Devran nasıl isterse öyle düşünürler. "
Sayfa: 128
Süleyman Nazif'in ilim dağarcığı boş denecek kadar hafiftir.

" Edebiyat diye geçmemeli. Üdebânın, mütefekkirlerin saçtıkları fikirlerdir ki mahsuller, semereler vererek bir halkın idrakini  belirsiz, yavaş yavaş tehzip eyler. O fikirler çürük, boş isebu tehzip de öyle bir derekede kalır. Daha ileri gidemez. 
(s.320-328) Sayfa: 128

MİLLÎ EDEBİYAT
Yeni nesil eskiyi bütünüyle yıktıktan sonra, üslûbun kudretini fikirde aramayı, fikri de tahsilde ve tetebbuda bulmayı düstur edinmiştir.
Millî edebiyattan bahsederken yeni nesli şiirden ziyade nesri dikkate alarak değerlendirir.
Lisan gibi veznin de " riyazî hesaplarla" doğup tekâmül etmediğini,. " fıtrî dehâ ve kesbî  marifetle" vücuda geldiğini düşünür.




SÜLEYMAN NAZİF
TÜRK EDEBİYATINI TARİHÎ DEVİRLERE AYIRIP BİRTAKIM İSİMLERLE ADLANDIRMANIN YANLIŞLIĞINA DEM VURUR.

TANZİMAT EDEBİYATI
Tanzimat Edebiyatını değerlendirirken,
ŞİNASİ, NAMIK KEMAL, RECAİZADE MAHMUT EKREM ve ABDÜLHAK HAMİT hakkında görüş bildirenlerdendir. 

Ona göre;
ŞİNASİ, Namık Kemal'in şark ruhlu güzel yazma ve söyleme kabiliyetine bir takım batı fikirlerini telkin etmiştir.

NAMIK KEMAL, şark tarzında yazdığı zamanlar o vadinin en şairidir. Fakat Abdülhak Hamit'i taklit etmeye başlayınca edebiyatta ki yerini ve değerini kaybetmeye başlamıştır. Tiyatro ve tenkit türü yazılarında orta derecenin bile altına düşmüştür. Ancak bu iki tarzın dışındaki eserlerinde, zatı eserlerinden ve eserleri zarından büyük bir harika, muazzam bir şahikadır.

RECAİZADE MAHMUT EKREM, Süleyman Nazif' in nazarında tavırları şiirlerinden daha güzel ve vakur bir adamdır. Sami Paşazade Sezai Bey' in Ekrem hakkında söylediği
" Ekrem, edebiyatın ruhuna nüfus eden bir nazar sahibidir. " cümlesine aynen katılır fakat Nihad şairi olmak itibarıyla çok beğendiği bu zatı, Talim-i Edebiyat müellifi sıfatıyla, asla takdir etmez. Çünkü edebiyatın sadece emsileden teşekkül ettiği ve dolayısıyla birtakım kaidelerinin bulunamayacağı görüşündedir.
Süleyman Nazif, Namık Kemal gibi büyük bir edibin
" Hamit, seni muhatap etmek için adından büyük bir kelime bulamıyorum..." hitabına Mazhar olan Hamit' e muhabbet duymaya başladığı günden beri bütün edebiyatçıların kendisine düşman kesildiğini ifade ederek Ruşen Eşref' in Hamit hakkında yönelttiği soruya başka cevap vermekten kaçınır.
(s.115-119) Sayfa: 110

SERVET-İ FÜNÛN EDEBİYATI
Süleyman Nazif Servet-i Fünûn Edebiyatı hakkındaki değerlendirmesine yine söyleyecek çok sözü olmadığını ifade ederek başlar ve alaycı bir üslûpla  sağken Tevfik Fikret'e cephe almış olan edebiyatçıların onun vefatından hemen sonra
" derhâl Fikretiye mezhebini tesis " ettiklerini ileri sürer. Daha sonra muhatabına
" Servet-i Fünûn ne yapmışsa yapmış. Ben ne bileyim!... İsterseniz Ahmet İhsan Bey'in defterlerini yoklayınız. " diyerek bu bahsi kapatır. (s.122-123)




RIZA TEVFİK
Edebiyatımızın yenileşmeye ve değişmeye başlamasını Tanzimat' tan önceye götürür. Ona göre şuursuz da olsa Adımlar, Âkif Paşalar ve Pertev Paşalarla bu cereyan daha evvelden başlamış fakat Şinasi, Namık Kemal ve Abdülhak Hamit o cereyanı şuurlu bir şekilde bir edebî ekol olarak vücuda getirmişlerdir.
Bu değişikliklere şekil veren, prensip koyan ve daha düzgün bir istikamet çizen şahsın Şinasi olduğunu söyler. Çünkü Şinasi, Eski Edebiyatın ıstılah, teşbih ve istiareleri arasında boğulmakta olan Türkçeyi kurtarıp sade bir dil hâline getirmiş ve halkın rahatça anlayabileceği bir gazeteci dili oluşturmuştur. Şinasi' yi tarif etmek için
" temizleyici " ve " sadeleştirici " sıfatlarının yeterli olduğu görüşündedir.
Namık Kemal, Şinasi' nin ortaya koyduğu fikirlere gayret ve kuvvet vermiştir. Önceleri Fehimleri, Nailî-i Kadimleri, Nef'îleri az çok taklit etmek suretiyle şiir yazan Kemal' in, Hamit' i tanıdıktan sonra şiirini düzeltmeye başladığını ifade eder.
Tanzimat Edebiyatından üzerinde en çok durulması gereken şahsın bütün yeni ekolleri ihmal etmekle beraber asıl onlara vücut veren büyük romantizm hareketini en iyi bilen, Abdülhak Hamit olduğunu söyler. Avrupalı olmamızı da Abdülhak Hamit' e bağlar.
SERVET-İ FÜNÛN EDEBİYATI 
Servet-i Fünûn Edebiyatının üslûp, lisan, gaye ve hüner itibarıyla gerçekten bir mektep haysiyetine sahip parnasyen bir ekol olduğunu düşünür.

Servet-i Fünûn Edebiyatını,
" Fikret'in namına mensup olan edebiyât-ı cedîde " şeklinde adlandırır ve merkeze Fikret' i yerleştirir. Fikret' in üslûbundan daha iyisinin bulunamayacağını, roman sahasında da Halit Ziya'nın böyle olduğunu ifade eder.(s.144-147)
Sayfa: 121
Sanatın mahiyet bakımından formalist olduğunu söyler.

MİLLÎ EDEBİYAT
Bu edebiyatın başladığı gibi devam etmediğini düşünenlerdendir. 




HAMDULLAH SUPHİ
Ruşen Eşref sıcak ve samimi, dört duvarında da fotoğraflardan büyütülmüş şık çerçevelerle kaplı resimler olan bir odada bekler, yazarı. Kapı açıldığı zaman ortadan ayrılmış dalga dalga gümüşî saçlı genç hatibin, kendisine mahsus bir samiyetle heyecanlı olduğunu hisseder. Kısa bir hâl hatır dan sonra mülâkata geçer. Hamdullah Suphi' nin konuşma üslûbu hakkında,
" bütün bir halka hitap eder gibi hızlı ve çarpıntılı " konuştuğunu kaydeder.

Daima Leh ve Rus edebiyatı gibi bir edebiyata sahip olabilmeyi hayal eden Hamdullah Suphi, röportaj esnasında böyle bir tahassür içinde yaşadığını söyler.

Tanzimat devrini, ilimde, siyasette ve edebiyatta " devlerin yetiştiği bir devir " ve 
" uzun bir kıştan sonra coşan, fışkıran bir bahar " olarak görür.
Şinasi, Namık Kemal, Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit ve Sami Paşazade Sezai Beylerin koydukları bu edebiyat karşısında heyecanlandığını ifade eden Hamdullah Suphi Bey, özellikle
Namık Kemal'in kendisi üzerinde çok büyük tesiri olduğunu söyler. Çünkü, memleket aşkını, yüksek ve ateşli şeylerin sevgisini, kuvvete ve zulme karşı kafa tutmanın zevkini Namık Kemal' in eserlerinden öğrendiğini ifade eder.(s. 193- 195)
Sayfa: 111

Servet-i Fünûn Edebiyatının, sırf sanat sahasında kendini gösteren kıymetiyle beraber bir de ahlâkî ve insanî kıymetinin bulunduğunu düşünür ama Tanzimat Edebiyatı yanında bir hayli zayıf kaldığını söyler. Diğer yandan kendilerini etrafın "ezasından ve levsinden kurtaran ayrı bir köşe" olarak telâkki ettikleri Servet-i Fünûn edebiyatını ve mümessillerini, aradan geçen zaman zarfında ahlâkî bakımdan zaafa uğramakla da itham eder.

" Ne kadar yazıktır ki vaktiyle bize yalnız şair ve sanatkâr değil, aynı zamanda haysiyet adamları olarak görünenler, Servet-i Fünûn ciltlerini kendi ayakları altında birer basamak yaptılar ve ortadan kayboldular. Hâlbuki manevî ve ahlâkî kuvvetlere ihtiyacımız dünden daha az değildir. Kimsenin aklına, bir memuriyet almak ayıp telâkki edilsin, böyle bir şey gelmez. Ve memuriyetlerimizi daha münevver, daha temiz kimlere verebilirdik. Yalnız orada kaybolmayacaklar ve memlekete karşı, kendilerine kalplerimizde, dimağlarımızda verdiğimizi mevki dolayısıyla devam eden borçlarının ve vazifelerini unutmayacaklardı. Evet, her biri bir memuriyette gitti. Tevfik Fikret, hayatında olduğundan yüz kere fazla ölümünden sonra kendini daha iyi izah etmiş olan adam, etrafında her gün biraz daha fazla hürmetler ve takdisler toplayan bu adam bir tarafa bırakılırsa, diğerleri düşmüştür.(s.194-197)
Sayfa: 123

Mehmet Emin'in Millî Edebiyat hakkındaki, bütün dillerin anlamak ve anlatmak için birer vasıta olduğuna ve bizim lisanımızın da bu gayeye uygun olarak halk tarafından anlaşılacak bir surette tasfiye edilmesi gerektiği fikirlerine aynen katılır ve Millî Edebiyatın Türk halkının ruhuna ait hakikatleri kucaklayarak yeni bir kutba doğru yol aldığını ifade eder.


MEHMET FUAT KÖPRÜLÜ
TANZİMAT EDEBİYATI
Tanzimat' ı, " Osmanlılığın eski saltanat şekliyle  ve şark telâkkileriyle daha fazla yaşayamayacağını idrak eden ve hayatın her safhasında garbın yeni birtakım telâkkilerini almak isteyen adamların yaptıkları hareket" olarak tarif eden Mehmet Fuat Köprülü, bu cereyanın doğal olarak dilin sadeleşmesine ve muharrirlerin memleket hayatıyla daha yakından ilgilenmesine yol açtığını ifade eder.
Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşalar batı medeniyetini ve onun mahsulü olan birtakım yeni fikirleri halka yaymak için gazeteler çıkardılar, makaleler yazdılar ve kitaplar neşrettiler. Abdülhak Hamit de manzum eserlerinde aynı fikirleri işlemiştir.
Köprülü' ye göre Tanzimat hareketi,
" halka doğru iniş " hareketidir; ancak bu hareket birdenbire olmamış, bir " intikal " devresi geçirmiştir. Her devirde mazi, hâl ve istikbalin iç içe yaşadığı ve bunların mutlaka temsilcilerinin bulunduğu kanaatindedir.

Bu itibarla,
MAZİYİ; Hersekli Arif Hikmet, Kâzım Paşa, Şeyh Galib hatta " Terkîb-i Bend ", " Tercî-i Bend " ve 
" Divançe "  siyle Ziya Paşa,
HÂLİ; Şinasi ve Namık Kemal,
İSTİKBALİ; Abdülhak Hamit de daha çok istikbali göstermiştir.

SERVET-İ FÜNÛN EDEBİYATI
Garp tekniklerini kavrayış itibarıyla Servet-i Fünûn Edebiyatçılarının eskilerden çok daha ileri gitmiş olduklarını, 
Halit Ziya'nın roamanda,
Tevfik Fikret'in de şiirde gösterdiği başarıların bundan kaynaklandığını ifade eder. Fakat mahiyet itibariyle Servet-i Fünûn edebiyatının sahte ve malûl bir edebiyat olduğunu düşünür ve bunun sebebini de  
Hüseyin Cahit gibi Abdülhamit idaresinin baskı ve sansürü altında ezilmiş olmaya bağlar.

"... II. Abdülhamit idaresinin her gün artan tazyiki altında bütün memleket yılmış, bunalmış idi. Matbuat serbestliğinden bir şey kalmamıştı. Hürriyet ve meşrutiyet mücadeleleri mağlubiyetle neticelenmişti. Ağızlar zorla kapatılmıştı.... " (s.232-234)
Sayfa: 124

MİLLÎ EDEBİYAT
"... bizim istediğimiz edebiyat da halktan anasırını alacak, fakat bununla beraber iptidaî bir mahsul olmayacaktır. 
...
Bir kelime ile hulâsa etmek gerekirse diyebilirim ki bizim yapmak istediğimiz şey, bir romantizm hareketidir. Fakat tıpkı Alman romantizmi gibi köklerini millî maziden, halktan alan ve taklide, yabancı zevklere isyan eden, şahsiyetini arayan bir hareket. "
Sayfa; 137




REFİK HALİT
ESKİ EDEBİYAT
Eski Edebiyat bahsinde  Nedim, Fuzulî, Nef'î ve Şeyh Galib'in isimlerini saymıştır. 

TANZİMAT EDEBİYATI
Söz sırası Tanzimat Edebiyatına gelince, gülmeye başlayan Refik Halit, her ne zaman
" Tanzimat Edebiyatı " tabirini duysa içinde bir türlü mâni olamadığı bir gülme hissi uyandığını söyleyerek Eski Edebiyatta olduğu gibi Tanzimat Edebiyatı hakkında da fazla malûmatı olmadığını itiraf eder.

SERVET-İ FÜNÛN EDEBİYATI
Servet-i Fünûn Edebiyatının genel olarak parlak, kıymettar, iftihar verici bir edebiyat olmasına rağmen bizim edebiyatımız olmadığı kanaatindedir. Bu edebiyatın Eski Edebiyat ve Tanzimat Edebiyatı gibi kusurlu bir edebiyat olduğunu zikreder. Refik Halit'e göre; tekniğini kavradıkları Fransız edebiyatının sanat anlayışını aldıkları gibi bizden de halkın ruhunu almış olsalardı, kendilerinden sonra gelecek edebiyatın başlangıcını teşkil etmiş olurlardı. Millî duygulara sansür yüzünden yer vermedikleri düşüncesini kabul etmeyen Refik Halit, bunu tamamen bir kaçış olarak nitelendirir. Buna örnek, ilk realist roman olarak kabul ettiği Hüseyin Cahit'in " Hayal İçinde "adlı eserini sansürün müsahamahakâr olduğunun en büyük delili olarak gösterir.

Sanat ve tasvir kudreti itibarıyla Halit Ziya' yı fevkalâde bulur. Aşk-ı Memnû, Mâi ve Siyah.

Roman ve hikâye de birinci derecede yer tutamayan Hüseyin Cahit'in ise,
' Hayal İçinde 'si ve ' Köy Düğünü ' ile edebiyat tarihimizde daima hatırlanacağı kanaatini taşır ve onun lisanını daha az pürüzlü ve kendilerine yakın bulur.

Ruhlarına heyacan veren şiirleri Cenap Şahabettin'in yazdığını ileri süren Refik Halit, onun nesir sahasında da Avrupa'yı bile gıptaya düşürecek pek nefis yazılar yazdığını fakat bu çizgiyi koruyamadığını ifade eder.

Tevfik Fikret hakkında ise kafasında
" toplanmış ve cümle hâlinde komprime edilmiş " bir fikir olmadığını söylemesine rağmen ona edebiyatımızda çok müstesna bir yer verir.

Son olarak, " Edebiyât-ı Cedîde içinde Rauf da var. Ondan sonrakiler yok. " der.
(s. 252-256) Sayfa: 125

MİLLÎ EDEBİYAT
Kendisinin de içinde bulunduğu bu edebiyatın mensuplarının henüz işin başında oldukları için ortaya ciddî eserler koyamadıkları görüşüne katılmaz.




AHMET HAŞİM
Diyorlar ki ' de sondan bir önceki sıraya yerleştirilmiştir.
TANZİMAT EDEBİYATI
Tanzimat Edebiyatı hakkında herhangi bir soru yöneltilmez. Görüş bildirmesine sebep olabilecek bir münasebet de düşmediği için söz konusu edebiyattan şöyle ya da böyle bahsetmez.

SERVET-İ FÜNÛN EDEBİYATI
Ahmet Haşim, Çanakkale Harbinde cephedeyken en samimi dakikalarda arkadaşlarının hep Tevfik Fikret'in şiirlerini okuduklarını söyler.
Halit Ziya'yı da hayatlarında ve fikirlerinde meydana gelen değişikliklerin en büyük müsebbibi olarak görür.

Servet-i Fünûn Edebiyatını bir ağaca benzeten Haşim, bu ağacın ölü yapraklarını silkip atmasının da son derece tabiî olduğunu söyler.
Dolayısıyla daha şimdiden unutulmuş olan
Celâl Sahir'in şiirlerini ve Beyaz Gölgeler adlı şiir kitabını bu sözlerine örnek gösterir.
(s.281- 282)
Sayfa: 126

MİLLÎ EDEBİYAT
Bu edebiyat adına her gün gazetelerde "yeni ilim, yeni âlim, yeni bir sanat ve yeni bir dâhi"den bahsedildiğini fakat ortada bir tek dahiyane eser bulunmadığını ifade eder.
Hece veznini "Türk köylüsünün vezni",
aruzu da " şehirlinin vezni" olarak değerlendirir.



FECR-İ ÂTÎ EDEBİYATI

Bu edebiyata dair Ruşen Eşref muhataplarına bir soru yöneltmez. Sadece
Halit Ziya ve Refik Halit'in oldukça sathi bir değerlendirmesinden başka herhangi bir görüşe rastlamıyoruz.

Halit Ziya bu edebiyatın mensuplarının kullandıkları lisan bakımından ele alır. Ve Servet-i Fünûnculara göre daha mütekâmil bir lisan kullandıklarını kaydeder.


SERVET-İ FÜNÛN EDEBİYATINA İTİRAZ EDENLER:
HAMDULLAH SUPHİ: Tanzimat Edebiyatı yanında bir hayli zayıf kaldığını söyler.

REFİK HALİT: Bizim edebiyatımız olmadığı kanaatindedir.

FAZIL AHMET: Tanzimat Edebiyatı gibi batıyı taklit ettiğini söyler.

ALİ KEMAL BEY: Nesri Halit Ziya ile başlamış, Cenap ile devam etmiş ve yine öylece bitmek üzeredir.


SERVET-İ FÜNÛN EDEBİYATINDAN ÖVGÜYLE BAHSEDEN YAZAR:

SAMİ PAŞAZADE SEZAİ BEY: Bu edebiyatın şayan-ı iftihar olduğunu söyler.

SERVET-İ FÜNÛN EDEBİYATINA İTİRAZ EDENLERE HALİT ZİYA'NIN TEPKİSİ:

Halit ZİYA: Servet-i Fünûn Edebiyatına itiraz edenleri yalancılıkla itham eder. Servet-i Fünûn  Edebiyatını hiçbir hatası bulunmayan bir devir olarak da düşünmez çünkü ona göre bu edebiyat zaman zaman tasannua kaçılmak itibarıyla " ma'lûl " bir devre geçirmiştir.

MİLLÎ EDEBİYAT AKIMINA BÜTÜNÜYLE KARŞI ÇIKAN TEK MUHATAP: 
Cenap Şahabettin



RUŞEN EŞREF'İN TEYZESİNİN OĞLU OLAN REŞAT NURİ GÜNTEKİN HAKKINDA SÖZLERİ:

REŞAT NURİ GÜNTEKİN
Yaver Mehmet Paşa'nın üçüncü kızı olan Lütfiye Hanım'ın oğludur. Olanca parasını mecmuaya, kitaba verir; bütün vaktini roman okumakla geçirir. Bununla beraber daha o yaşlarda bir takım hikâyeler de yazar.

" Reşat Nuri, ne kadar doymazcasına kitap okur ve ne kadar bıkmazcasına piyes seyrederdi. Okudukları ile seyrettiklerinden ne kadar çoğu aklında kalarak anlatırdı, şaşılacak şeydir!..."
Sayfa:9

Babasının mesleği gereği Çanakkale ve daha   sonraları İzmir'den İstanbul'a geldikçe, her Cuma ve Pazar mutlaka tiyatroya gider. 

Kendisiyle kısa bir röportaj yapan Ümit Deniz'in sorduğu,
" Küçükken romancılığa yahut muharrirliğe özenir miydiniz? " 
sorusuna şu cevabı veriyor:
" Yok canım! O zamanlar Ruşen Eşref'le ben hep aktör olmayı- çünkü o sırada tiyatro; işte, sokakta, evde hayatın tatsızlığından bıkan aydınların yegâne manevî ilticagâhı idi- yahut da yangıncılığı tercih ederdik. Biz diğer akranlarımız gibi geri kafalı ve alaturka olmadığımız için, tulumbacılığı aslâ dilimize bile almaz, yangıncılık yahut itfaiyecilik gibi bu branşın modern kısmını tercih ederdik. Ama kısmet maarife intisap etmek, sonra romancı olmak imiş. "
Sayfa: 9

" Küçüklüğümde fazla haşarı idim. Mektebe göndermek hemen kabil olmuyordu. Mektebi sevmiyordum. Bir aralık teyzezadem Ruşen Eşref'le bizi Selimiye'deki mahalle mektebine göndermek istediler. İkimiz de çok yaramazdık. Hele bir araya geldiğimiz zaman âdeta kudururduk..."( age.,s. 139-140)
Sayfa: 11

Ruşen Eşref, Reşat Nuri'nin vefatı üzerine yazdığı
" Reşat Nuri Güntekin'i anarken " başlıklı yazısında şöyle diyor: 

" O zekâ, daha çocukluğunda iken olgundu. Yaşça kendinden epey büyük kadın erkek bütün hısım akraba, hattâ haşarılıklarımızdan en yaka silkenleri bile ona âdeta akran muamelesi ederdi; adının yanına bir de "Bey"
kondurdu..." (age., s.175.)
Sayfa: 11





YAZAR VE ŞAİRLERİN RUŞEN EŞREF HAKKINDA SÖZLERİ:

TAHSİN NAHİT
Ruşen Eşref, kendisinden beş yaş büyük olduğu hâlde onunla aynı sıraları paylaşan Tahsin Nahit ile yakınlık kurar. Şiirleri Selânik'te çıkan Bağçe ve  Kadın mecmualarında yayımlandığını öğrenince hayranlık duygusu artar. Usta bir jimnastikçi olması da bu hayranlığı artırır. Tahsin Nahit mektebin "şair" lakaplı öğrencilerindendir.


" ikide bir dalarak, düşünerek hep bir boyda ve hep bir renkteki kâğıtlara " 

" şiirin nasıl derli toplu bir kılıkta ortaya çıkarılan zor fakat değerli bir iş olduğunu "
Sayfa: 8


RECAİZADE MAHMUT EKREM
Oğlu henüz on beş yaşındayken 1900 yılında  iki senedir çektiği verem illetinden vefat eder. Onun ölümü üzerine uzun süre inzivaya çekilen yazar, bu süre zarfında iki ciltlik Nijad Ekrem adlı eserini kaleme almıştır. Nijad Ekrem' de  bütün hatıralarıyla beraber ölen oğlunun yazılarıda vardı.

HAMDULLAH SUPHİ
Ruşen Eşref'in vefatı üzerine,
Hamdullah Suphi bu konuşmasında
" Çok Aziz bir insanın kaybı ile yüreklerimiz hüzünle doldu. Ben onu Galatasaray'ın çatısı altından, ben onu Darûlfünun çatısı altından, ben onu Türk Ocağı çatısı altından tanıtım. Elli dört yıllık çok sevgili bir dostumdu. Kalemi ile, lisanı ile benim neslimin tanıdığı en aziz insanlardan biri idi. Güzel ne varsa, onu sevdi. Doğru ne varsa, ona inandı. Bütün memleket onu sevmişti.  "
Sayfa: 68


YAHYA KEMAL
Ruşen Eşref'in meraklı ve mütecessis karakter yapısı hakkında;
" 1913, 14 senelerinde Galatasaraylılar muhitinde, Tevfik Fikret'in evinde, Rıza Tevfik ve Selim Sırrı Beylerin peşinde daima mütebessim ve mütelâşî bir halde görülen Ruşen Eşref, o vaktin edebiyat nev-hevesleri arasında en fazla göze çarpan bir delikanlıydı. Edebiyat yoluna çok telaşlı çıkmış olduğu hissolunuyordu. Lâkin hangi semte revan olacağını pek tayin etmemiş gibiydi. İkide birde açtığı evrak çantası, küçük hikâyelerle, çocuk şiirleriyle ya mizane yahut  da şairane mensurelerle dolu idi. Yazdıklarını ibrâma mahal bırakmaksızın ve ekseriya muhatabının keyfini sormaksızın çantasından çıkarır, okumaya koyulur, eseri hakkında kat'i bir rey almadıkça ayrılmazdı. Bu nev-hevesin er geç edebiyata karışacağı belli idi. "
Sayfa: 71

HALİT FAHRİ OZANSOY
" Ruşen Eşref , nesrinde, ressam gibi tablolar da çizmiştir. Sonra ne ince duyguların da sanatçısı! Damla Damla isimli nesirlerinde Yakup Kadri'nin Erenlerin Bağından' daki ahenk ve içtenlikten hiç de geri kalmamıştır. 
... Sonra  ne derindir, Ruşen'in geçmişi yâd eden hatıraları! Ne güzeldir o eserler... "
Sayfa: 74

Halit Fahri Ozansoy, 1956 yılında Atatürk Kız Lisesinden emekli olur. Öğretmen hanım arkadaşları kutlamak için bir gün seçer ve tanınmış kişilere davetiyeler gönderirler.

" Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon ve Behçet Kemal Çağlar gelenler arasında idiler. Yusuf Ziya da hasta yattığı Amerikan Hastanesinden bir tebrik kartı yollamıştı. Böyle bir telgraf bana, 41 sene hizmetten sonra, o devrin Millî Eğitim Bakanlığından gelmediği gibi İstanbul Maarif Müdürü de görünmedi. Fakat Ruşen Eşref bir koktuk değneği ile sakat bacağını sürükleyerek geldi. İşte insan böylesine derler. "
Sayfa: 76

MEHMET RAUF
SAYFA: 75

HALİDE EDİP ADIVAR

Ruşen Eşref'in herşeyden evvel insanî tarafından etkilenen yazarlardan biridir. O Ruşen Eşref'i " Yazarların değil, insanların en Hâlid, en güvenilir yüreklileri arasında " görür ve ruh itibarıyle kendisine ondan daha yakın başka bir insan tanımadığını söyler.
Sayfa: 76


FİKRET ÂDİL

Ruşen Eşref' le 1928 yılında ilk mülâkatı gerçekleştiren Fikret Âdil, onun alçakgönüllü ve mütevazi bir şahsiyet olduğunu kaydeder. Bu mülâkatta Ruşen Eşref, hayatının en büyük hazlarından birinin güzel olan her şeye, büyük kabiliyetli sanatkârlara imrenmek olduğunu söyler.
Sayfa: 76

Fikret Âdil'in, " Yazı yazarken hususiyetleriniz var mıdır? " sorusuna, Ruşen Eşref şu karşılığı verir:
" Evet, tam bir sûkunet ve yalnızlığa ihtiyacım vardır. Yazarken evvelâ çok kâğıt kirletirim. Güzel bir cümle bulduğum ve bundan hoşlandığım zaman, odada kalkar bir aşağı bir yukarı dolaşırım. Yazıyı bitirdikten sonra temize çekerim. "
Sayfa: 78

BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR

" Ruşen Eşref Ünaydın, yakın edebiyatımızı gür çeşmelerinden biriydi. Nasıl gürül gürül, çağıl çağıl, şifa ve şevk dolu, duru arı akıp coşan bir konuşması vardı. Yazısı ise uzun, dolambaçlı ve sanatlı cümleleriyle o çeşmeleri, çevresindeki işlek mermerler, oyulmuş tunçlar ve şekillenmiş hayallerle birlikte çizer, canlandırır gibiydi. ..."
Sayfa: 77

MÜNEVVER AYAŞLI
" İkbal adamı " olarak nitelediği Ruşen Eşref' le " Kültürsüz, sonradan görme, fakat Ankara'nın starlarından biri " olarak tarif ettiği SALİHA HANIMI ısrarla tezyif ve tahkir ettiğini de kaydedelim.
Sayfa: 80





YAZAR VE ŞAİRLER HAKKINDA GÖRÜŞ BİLDİREN YAZAR VE ŞAİRLER:

MEHMET EMİN YURDAKUL HAKKINDA GÖRÜŞLER


Sami Paşazade Sezai, 
şahsen tanımadığını fakat şiirlerinin hakikaten hoşuna gittiğini söyler.(s.45) 

Süleyman Nazif,
" millî şair " olarak anılmasına itiraz eder ve kendisini gibi birçok Osmanlı Türk'ünün onu kendi şairleri olarak kabul etmediklerini belirtir.

Halide Edip,
" yenilerin arasında bilhassa mevzu, lisan ve zihniyet itibarıyla en yeni ve en harikulâde şey yapan adam " olarak değerlendirir.
(s. 181)

Hamdullah Suphi,
yeni  veya millî edebiyat denildiği vakit akla ilk gelen şahsiyet olduğunu ileri sürer.

Ali Kemal'e göre,
her ne kadar "Türkçülük" ve "Turan" gibi büyük kelimelere sığınsa da  Türk'ün edebî zevkini okşayabilecek kıratta bir şair değildir.


ZİYA GÖKALP HAKKINDA GÖRÜŞLER

Halit Ziya,
Türkçülük hareketinin başlıca âmillerinden olan Ziya Gökalp ile fikir alışverişlerinde kendi akidesini rencide   edebilecek herhangi bir nazariyeye tesadüf etmediğini söyler.

Mehmet Emin,
eski destanlarımıza yeni bir ruh vererek halk lisanı ve millî vezinle Türk'ün efsanevi tarihini, altın devrini, kahramanlık ruhunu yaşattığı fikrine sahiptir.

Hamdullah Suphi,
Rıza Tevfik'in şahsiyeti ve şiirlerinden sitayişle bahsederken, Ziya Gökalp' in de aynı yolda pek güzel şiirlerinin bulunduğunu ve sevdiğini söyler.

Ali Kemal,
Türklüğün bağrı yanık bir âşığı olduğunu ifade eder. Fakat bu sevdanın tarihe, edebiyata ve siyasiyata tarafgirlik soktuğunu ve dolayısıyla edebiyatımıza faydadan çok zarar verdiğini düşünür. Ziya Gökalp ile Mehmet Emin'i aynı kefeye koyar.


HALİDE EDİP ADIVAR HAKKINDA GÖRÜŞLER

Hüseyin Cahit,
onun kendi kendine yetişmiş münferit bir kudret olduğu kanaatindedir.

Mehmet Emin Bey,
Halide Edip'i 'Harap  Mabetler'in sanat mabudu olarak tarif eder. Bu mabudenin 
"Bize Yeni Turan'ı uzatmakla bir Kitâb-ı Mukaddes verdiği" ni söyler.

Hamdullah Suphi,
Türkçülüğün ve bu memleketin en büyük kuvvetlerinden biri olarak görür.

Ömer Seyfettin,
"henüz rakibimiz bile olmayan son romancımız " dediği Halide Edip hakkında fikir beyan etmeye kendisinde salâhiyet bulunmadığını ifade eder.

Refik Halit,
"... Bu on senenin en büyük muharriri muhakkak ki odur. "der.
Sayfa: 146


ALINTILAR

" Kıraat kitaplarından, antolojilerden ne öğrenebilirsin? O edebiyatı yutmak değil, çöplenmektir. Her bir taşın, macuncu yumağı gibi üst üste sarılması demektir. Gerçi bir tat alırsın, fakat tam onun çeşnisine alışırken bakarsın ağzına başka bir tadın çeşnisi gelmiş. Öğrenmek istiyorsan bir müellifi alırsın, onun bir eserini bir başından bir başına okursun. Ne demiş ne anlatmak istemiş hulâsasını çıkarırsın, aklına yerleştirirsin. Sonra onun başka eserine geçersin. Birinci okuduğunla ikinci okuduğunu birbiriyle karşılaştırırsın. Arada fark mı var? Yükselme mi, inme mi var, anlarsın. Hem bir tek muharriri okumak da yetmez. Başkalarını da okursun. İki muharriri birbirleriyle karşılaştırırsın; aralarındaki görüş, yazmış, anlatış başkalıklarını meydana çıkarmış olursun..."
Sayfa: 12


" Vapurda gittiğimiz müddetçe başımın içinde dumanlı bir gece durgunluğu devam etti. Arada bir şimşek çakıyor;  bir bulut yırtılıyor;
 bir küçük hatıra beynimin ortasında, işte şurada, sevgili bir sîmâ-yı nahîfin nazik hutûtu üzerinde parlayıp sönerek  kirpiklerime sıcak yaşlar indiriyordu. Bu yaşlar gözümde Kandili'ye çıktım. Küçüksu'ya, o siyah servilerin lerzişdar gölgesi içinde vahşî bir tarâvet-i rebî' ile gülümseyen küçük makbereye kadar şu yaşlı gözlerle gittim, o tabutu bu yaşlarla takip, o toprağı bu yaşlarla tertip ettim, o yaşlar gözümde işte bu satırları yazıyorum..."
Sayfa: 17
Tevfik Fikret


" Şimdi ihtiyarlığımın başladığı yaşta azizim Yaşar Nabi, yeni edebiyatımızı sizin yayınlarınızdan okuyorum. Okudukça da
-eğer  bu türlü söyleyiş size eski tarz gibi görünmezse- diyeceğim ki yaşımın mevsimi ile başımın mevsimi değişiyor. "

Yeryüzünde görünüşçe güzellikten yana hiçbir şehir Istanbul'a çıkışamaz... "
Sayfa: 64
Ruşen Eşref

"... Darısı, ' İstiklâl Yolunda' nın' başına. Bilseniz onu nasıl bir nevheves heyecanı ile bekliyorum. Ona şimdiden öyle düşkünlüğüm var! O bence birçok kutsal hatıranın bir kaynağı. Ona ön sözü yazıp yazıp yırtıyorum. Emin okun ki bir kitap yazmak gibi güç geldi bana. Kendi kendime bir türlü beğendiremiyorum. Emeklilik tiryakiliği mi, yaşlılık titizliği mi, neyin nesidir anlayamıyorum. Şimdi bir tane yenisine başladım.  Yarıya kadar geldim. Bu kere galiba tutturabildim. Böyle giderse tam dilediğim gibi olmasa da yine az çok işe yarayabilecek, ben de nefes alıp Çamlıca' nın güzüne daha rahat bir gözle bakabileceğim..."



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KIRIM